S.Melik Kaya

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1992 yılında, Konya'da doğdu. İlk ve orta öğrenimi, asi ergenlik yıllarını ve başarısız lise hayatını memleketinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Okulu ne zaman bitireceği bilinmiyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ikinci üniversite olarak Sosyoloji okuyor. Dil öğrenmeye, çeşitli müzik aletleri çalmaya hevesli. Sadece Türkçe biliyor ve hiçbir müzik aleti çalamıyor. Kısacası feracesi sırtında içmek için ayran arıyor.

 

 

Kafa Kâğıdı:    

 

Vatana, millete nitelikli adam lazım,

Beyin göçüğü var.

İpsiz sapsız adamlarla bu iş öyrümez,

Yarın başımıza bela olullar valla.

—"Ya Nasip"

Hatırlar mısınız bilmem, bundan birkaç yıl önce Türk kamuoyu “beyin göçü” tartışmalarıyla yatar, yine aynı tartışmalarla güne başlardı. Gazetelerde köşe,  tartışma programlarında orta mevzileri tutmuş, hem nalına hem mıhına vurma üstadı büyüklerimiz kah göç eden beyinlere, kah devlete çatar dururlardı. “Enine Boyuna”, “Derinlemesine” isimli programlarda yüzeysel tartışmalar yapılırdı. Devlet yetkilileri gençlere sağladıkları imkânlardan dem vurur, göçe hazırlanan beyinler de kendilerine sunulmayan imkânlardan söz ederlerdi.

Bütün gençleri heyecanlandırırdı, nitelikli beyinlerini oradan oraya göç ettirmek ihtimalleri. Amerika mı, İngiltere mi? Yoksa Almanya’da daha mı az yabancılık çekeriz, ha? Bazısı oralarda kabul görür, rüştünü ispat eder, bazısı da aradığını bulamaz, beklediği değeri göremezdi. Hatta Hint kumaşından hallice beyinlerini gurbet ellere göçürüp, sonra oralarda tuvalet temizliği yapan gençler olduğunu duymuştuk.

Ne oldu, oldu, bıçakla kesilircesine bitti bu tartışmalar. Senelerdir ne beyin lafı işitmişliğimiz var televizyonlarda, ne de göç. Bu tartışmaların olduğu yıllarda, muhtelif filmlere Konya ağzıyla dublaj yapan iki kardeş, sağ üstte okuduğunuz cümlelerle dalga geçiyorlardı durumla. Zira gerçek gün gibi ortadaydı. Onlarca mesele, onlarca sorun dururken, eğitim sistemimizin yetersizliği ortadayken anlamsız tartışmalardı bunlar. Artık geleceği mi gördüler bilinmez, şimdilerde “Beyin Göçü” değil, “Beyin Göçüğü” yaşanıyor ülkemizde.

Uyuşturucu kullanma yaşı on bire düşmüş. Hapishaneler hınca hınç dolmuş. İsmi genel af olmayan genel aflar çıkartılmaya başlanmış.[i] Eğitimde kalitesizleşme korkutucu boyutlara ulaşmış. Üniversite mezunu işsizler, bırakın beyinlerini göç ettirmeyi, Almanya işçi alımı yapsa da gitsek derdinde. Hele insan hayatı öyle ucuz ki, vatandaşlar kimseye bulaşmadan evlerine varabilmek için diken üzerinde yürümek zorunda.

Rüşvet mi? Hiç sorma. Rantçılık, irtikâp, hukuksuzluk, torpil. Millet A partisi, B partisi tartışmaları yapadursun, A’nın da B’nin de keyfi yerinde. Herkes gücü yettiğine. Biz, siyaset tartışacağız, devlet kurtaracağız, ideolojik tahlillerle rakibimizi nakavt edeceğiz derken, birilerinin eli armut toplamıyor.  Ülke yüz binlerce kilometrekarelik bir menfaatler ringi. Ringdekiler bahisleri topluyor. Biz ise havlu atmak üzereyiz haberimiz yok.

Nereden nereye! Yere göğe sığdıramadığımız beyinlerimiz(!) fazla yükleme sonucu çöktü sanırım. Zannedersin ki suç, dün beynini gurbet ellere göçürenlerde. Sanki onlar Türkiye’de kalsalar her şeyi düzelteceklermiş gibi. Yok, Azizim yok. Suç öte tarafa göçen büyüklerimizde. Suç zihniyetlerimizde. Kendimizi bir şey zannedişimizde suç. Muasır medeniyetler seviyesine çıkacakken, tabana alçalanlarda. Memleketi kurtarayım derken günü kurtaranlarda.

Velhasıl kelam ülkenin kayıp nesillerinden, bir kayıp nesil de biziz. Durumlar böyle, kabullenmek lazım. Belki çabalarsak bizim çocuklarımız çözer bu meseleyi. Ama yine de dikkat edin kendinize, zira beyin göçüğü var!

*

[i] Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, 29453 Sayılı Resmi Gazete,22 Ağustos 2015 Cumartesi

 

Fikir Adası’nın yeni formatı tüm dünyaya huzur ve mutluluk getirir mi bilinmez ama bizim ve okuyucularımız için bir dönüm noktası olacağı kesin. Peşinen dergimizin kurucularına, okuyucularına ve yazarlarına teşekkür ediyor, lafı fazla uzatmadan konuya giriyorum.

Editörümüzün özel bir konu belirlemediği ilk sayımızda biraz iştahınızı açıp, sizleri unutulmaya yüz tutmuş bir yemek kültürüyle tanıştırmak istiyorum.

Konya’nın düğün pilavından sonra en meşhur yemek daveti olan “kara yemek takımı daveti”. Ağır misafirlere özel olan bu davet, bir divan sinisi ila sekiz divan sinisi misafir ağırlayacak şekilde hazırlanır. Bir divan sinisi uygun bir oturma düzeniyle on iki kişi alır. Sofraya gelecek yemekler bellidir. Her yiyecekten sofraya üç çeşit gelir. Üç hamur işi, üç etli yemek, üç tatlı gibi. Konya yemek davetlerinin tamamında olduğu gibi kara yemek takımı davetinde de bütün yemekler belirli bir sırayla gelir. Yoğurt çorbası, bütümetli patlıcan veya bütümetli pilav, su böreği, dilber dudağı yahut helva, bamya çorbası, etli dolma, sütlaç, karnıyarık, pilav, hoşaf.(1)

Günümüzde öğün deyip geçiştirdiğimiz, tez başlayıp tez biten diyetlere kurban verdiğimiz yemek kültürümüz aslında bir ders kitabı olarak okutulacak kadar teorik bilgiye sahiptir. İşin teorisini anladıysak, biraz da pratik yapalım ve sözü yetkili bir ağabeyimize bırakalım.

Bir kere sofra dediğin divan sinisine kurulur. Divan sinisinin etrafında herkes otuz derecelik açılarla bağdaş kurar.  Derece meselesine riayet edilmezse misafirler sofraya sığamaz. Biri yer biri bakar kıyamet de ondan kopar. Kara yemek takımında ne yeneceği bellidir. Sofraya ne idüğü belirsiz yiyecekler gelmez. Etinden de sütünden de hamurundan da sofraya 3 çeşit gelir. Seksenlik dedeler yemekte yirmilik delikanlılarla yarışır. Yoğurt çorbasıyla ziyafet başlar. Bütümetli balcan, su böreği, sütlaç, bamya çorbasıyla devam eder. Artık kemerlerde gevşetilecek ilik kalmayıncaya kadar yenir. Kimse vay benim şekerim var, vay benim kalbim var demez. En son sofraya hoşaf gelir ki herkes yemeğin bittiğini anlasın, dedemiz Halil İbrahim bereketine, peygamberimiz Muhammed Mustafa şefaatine Fatiha okunsun.

Duanın hemen üstüne kahve gelir. Kahve hem yemeğin yorgunluğunu alır hem de şişkinliği önler.  Kahveyle çay arasında 15-20 dakikalık bir zaman olmalıdır ki misafirler dinlensin, sırtlarını mindere yaslayan büyükler kafalarını şöyle bir arkaya atıp kestirebilsin, delikanlılarda edepleriyle sofradan kalkıp sigaralarını tüttürebilsinler. Olur da ulularımız ölür, biz de elden ayaktan düşersek siz de bu yadigara sahip çıkasınız.

İşte bir masal gibi böyle anlatılıyor Kara Yemek Takımı Daveti. Yolunuz Konya’ya düşerse siz de bir yetkili abi bulup peşine takılın derim. Önümüzdeki ay ada sahillerinde buluşmak dileğiyle. Hepinize afiyet olsun.

(1) Halıcı, N., Geleneksel Konya Yemekleri, Güven Matbaası, Ankara, 1979

 

Yer, Edirne, 2. Bayezid Bimarhanesi.

Bal mumu heykellerde hikâye edilen bir doktor ve bir öğrenci.

Döşekte uzanmış, benzi solmuş bir hasta.

Hayal dünyamda dolaşıyorum. Hastanın titreyen vücudu, doktorun keskin bakışlarının hedefinde. Bir eli hastanın boğazında. Diğer eliyle bir tahta kaşığı hastanın ağzına sokmakta. Öğrencisinin yüzüne bakmaksızın konuşuyor. İnsanda işitilmesiyle beraber saygı uyandıran bir ses tonuyla: Bu adam, evlat, “sar’a”dan muzdariptir. Önce diline mukayyet olacaksın, sonra da ûd ile bir rast makamı tutturacaksın ki ruhu sükûnete ersin…

Yıllar sonra öğrencisi kendi yerine geçecek. Aklında, okuduğu kitaplardan ziyade, anıları; ezbere tekrar edilen cümleler yerine, fikir ve hayaller var. Şimdiki tıp fakültesi öğrencilerinin vizitleri anlattığım sahneye en yakını. Zaten ülkede en çok buluşun yapıldığı, en çok yeniliğin duyulduğu alanın tıp olması boşuna değil.

Başka bir misale geçelim, bu sefer minyatür ya da resim yok gözümüzün önünde tamamen hayal gücümüze kalmış. Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dizleri dibinde. O soruyor, Taptuk Emre cevap veriyor. Bazen bir kıssadan hisse, bazen bir azar yahut emir. Çoğu zaman kalpler konuşuyor. Aylarca “bilmem zikri” çekiyor Yunus. Ne öğrenecekse aslında “O”ndan öğreniyor. Yunus Emre işte böyle böyle Bizim Yunus oluyor.

Ne var ki, şimdi 400 gencin balık istifi edildiği amfilerde, kalplerden çok mideler, hocalardan çok egolar, fikirlerden çok sloganlar konuşuyor. Her ilde 10 üniversite, her üniversitede 20 amfi, her amfide 1000 kişi, her bin kişide tek tasavvur! Kürsüde bir hoca, sana ayrılan süre 50 dakika ve o sürenin sonuna geldik. O da hocanın liyakatine göre ya oku çık, ya şov yap çık. Her öğrenciye 1 dakika vakit ayırmaya kalksa 16-17 saat eder ki o da babayiğitlikle akılsızlık arasındaki ince çizgiye tekabül ediyor.

Öğrencilerin tembelliği, öğretmenlerin egosu, tekniğin putlaştırılması apayrı etkenler eğitim sistemimizin çürümesinde; fakat en önemlisi bu gibi duruyor gözümde.İnsan kendisiyle bağ kuramadığı kişiden bilgi talep edemiyor. Talebe olamıyor. Düşünse, sonuç çıkartamıyor. Sonuç çıkartsa, tatbik edemiyor. Çünkü artık insan, birebir ilgilenilmesi, özenle işlenmesi gereken, “alemlerin gözbebeği” olarak değil, tek tipleştirilen, topluca “cila”lanan, doğramalık çam kalasları olarak görülüyor. Ne yazıktır ki bizler de o kalaslar olarak bir toplum inşa ediyoruz. 

Ve sanırım ders bitti, hoca gidiyor. Uzun lafın kısası gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor. Yazının şimdiki zaman kipiyle yazıldığına aldanmayın. Binanın sağlam göründüğüne de. Cilalanan yerlerimiz çoktan çürü”dü”…

Melik Kaya

Online dergiler Online dergiler