Emrah Bulut

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

Ne zaman ki, çıktığı toprağa tepeden bakmaya meyletti köklerinden uzaklaşan dallar, ağacın gövdesinde bir çıtırtı başladı. Modernitenin soğuk duşuyla yıkanmış insanlar gerildi, esnedi ve şaşaa ile debdebenin mırın kırın hayatlara sufle yaptığı rüyalara daldı. Anlık zevklerin savurup dağıttığı insanlığımızdan elde yalnızca varoluştan bu yana bütün bir yaşanmışlığın özü gibi kutsal, içimizin kadife sesinasihatler kaldı…

Rüsvalığın algı eşiğinden atlayıp pelüş vitrinli arka sokaklardan meydanlara dökülen çirkinliklerimize Geronimo’nun gözlerinden bakıyor geride bıraktığımız zamanların bizleri ve dahi nasihatlerini Hitler’in hitabından dinleme sınırına geldik yozlaştırdığımız binlerce yıllık değerleriyle. Cızırtılı megafonik seslerin uykumuzu bölmesi pek yakın:

-Sevişin, “düzüşmeyin”  yeniçağ çocukları! Birbirinizin gözlerine şefkatle bakabilmek için yüzünüz olsun. Elbette hissettiğiniz de aşk olmalı, hışırtılı seslerin lisanı olduğu azgınlıkların dakikalık baygınlığı değil.

Ne derler bilirsin 21.yy. çocuğu; “Az yersen miden küçülür.” Eklemek gerek; “Az seversen de ruhun…” Somurtkan bir obez olmanın nedeni fil kadar yiyip kuş kadar sevmen. Mutlu olmak istiyorsan ağzını değil kalbini açmalısın.

Robotları sen yarattın 21. yy. erkeği, onlara özenme. Hiç tanrı kuluna eğilir mi? Güçlü olmak istiyorsan duygularından değil, vahşi güdülerinden kurtulmalısın. Metalin etten pahaca üstün olduğu modern zamanlarda kelle gitar kutusunda dolaşmamanın yolu bu.

Uzak diyarların gölge oyunlarını yakın etme kendine modern zaman kızı. Kate ve William olmak gerekmiyor peri masalı yaşamak için. Pekâlâ tahta sandalyeli mahalle düğünlerine içi giden isimsiz âşıklar da var gecekondularda. Paris’in en tutkulu romantizminin kucağındaki matmazelin dudağına konan da aşktır, köyündeki son çitin dünyanın sonu olduğunu düşünen Ünzile’nin kor yüreğinde sakladığı da…

Enteresandır, Afgan kızının gözlerindeki de öfke, bir hamburger daha almayan annesine ipod'undan edindiği terbiyeyle rap tarzı bir f*ck savuran Amerikan veledininki de. Belki Türk olsaydı ana... a… derdi kim bilir?

Hâlbuki her zaman sonsuzluğu düşleyen sen, dünyayı hiçe sayan anlaşılması güç oyunlarınla ne takdire şayansın modern zaman tohumu. Ah, o dünyanın yalan, sonsuzluğun ise saklı bir gerçeklik olduğunu inceden kavrayışın(!) Umursamazsın ama farkındasın.

Özgürlüğümüze göz dikmiş, rahatlığımızı kıskanan eli taşlı bu geçmiş zaman seslerini susturmak için dünyayı resetlemek ve ilkele dönmek seçeneği olsaydı keşke. Kendinden bıkmışlığını marjinaliteye örtünerek atmaya çalışan bizler için de en kolayı olurdu, seçip kurtulmak.

Eskisi gibi bir Âdem bir Havva kalsak. Güçlü, sarih hisleriyle kadın, yumruk ellerini göğüslerine vurarak kalbini gösterse erkeğine ve henüz kapitalizmin oyuncağı olmamış erkek, yalan dolanın ve envai haksızlıkların ayak basmadığı topraklarda emeğiyle iktisap ettiği avıyla dönse taş evine.

 İncir yapraklı insanların kürkleri değil kendileri yese, belki o zaman şükretmeyi de bilirlerdi.

 

Şehrin arka sokaklarında karanlık bir holüdür. Eteğinde yükselen sütunlar, elden düşme hayatların beşiği, güneşte soyulmuş asfaltı yeis batağı olmuştur. Kokusu keskin. Çünkü içi hınç dolu. Yüzünü amaçsızca dolanan gövdelerin küfrü tekmeler. Ceplerinde onlarca insanın tiksinerek bıraktığı lokması, sefâheti, yoksulluğu… Şehrin günah dolu göğsünde gece açan bir çiçek gibi özüdür.

Metanetli bir sokak arasından bahsediyoruz. Dinlemeyi bilirse insanoğlu, umursamaz yüzüne sille atmadan gördüklerini anlatmaya sabrı var.

Karşı bloklardan kulağına çalınan vurdumduymaz lakırdılar dişlerinin arasında sinirle ezilirken omuzlarındaki yüksekçe bir binanın seyirlik terasında yine hareketli bir gece yaşandığını fark etti sokak. Dört başı mahmur sofralar kurulmuş, sıcaklar-soğuklar dakikalık aralarla hop oturup hop kalkıyor, gece sonuna yüklü bir çöp yığını hazırlamak için paranın satın alabildiği olanca şey yarım yamalak geri gönderiliyordu. Farklı dinlerin farklı insanlarıydı fakat ne Kuran’ın ne İncil’in ne de Tevrat’ın angarya yasağına uyan vardı. Dolan mideler yeniden dolması için defalar kere kusulurken kazan dairesinde bir adam mendiline sardığı ekmek parçası kucağında, çarkın dönmesi üzerine hülyalara dalmıştı. Dışarıda bir yerde başkasının günahına ağlayan adamların varlığı damarlarına tahammül pompalıyordu amma aç yattığı geceleri düşündükçe israfa katlanması da ne zordu. Derken alkışlar içinde bir radyo oturtuldu başköşeye. Yaz gecesini biraz müzikle renklendirmeye niyetlenen eller, nefsi coşturan darbuka frekanslarını ararken, megafondan patlayan bağrışların hâkim olduğu bir istasyonda duraksamak zorunda kaldı. Çatlamış ses tellerinden çıkan ölüm, sefalet ve açlık benzeri uzak lügat kelimeleri boş beyinlerde davul çalıyordu şimdi. Hayli sitemkârdı derinden gelen imdat dalgaları ve insanı rahatsızlığa sevk ediyordu. Konuşmalar kesildiğinde, geriye balkon sefasına pek tezat, mandallara tutturulmuş gibi asık suratlı insan portreleri kalmıştı. Eğlence, anlık bir iç hesaplaşmasından sonra kaldığı yerden devam etse de Afrika’nın bilmem ne bölgesinden iskemlelerine misafir olan top güllesi sözler, vicdan taşıyanların damağında paslı bir tat bırakmıştı.

Haberler son birkaç günde taş atan çocuklar gibi kol geziyordu sokağın kaldırımlarında. İsmi bahtından çıkarılan kara bir kıtada ölen bebekler, her saat sütçünün, boyacının dilindeydi fakat şu yaldızlı evlerin duvarlarını yarıp geçememişti bir türlü. Taşın toprağın dili tutulmuştu ama insanların alnı hala soğuktu.

Derken çat kapı umut dağıttı bir ampul. Işığın ani bir hızla perde arasından dışarı hücum ettiği alt dairelerden birinde, dehşet içinde yatağının altına koşturan pembe yanaklı bir çocuk, kumbarasını karıştırıyordu. Televizyonda, Kenya denilen bir yerde gördüğü, defterine çiziktirdiği çubuk adam gibi insanlar, bugün çikolatasız doğum günü pastasından bile daha kötü bir sürprizdi onun için. Hiç jelibon yiyememiş çocuklar adına telaşla yardım zarfını doldurdu.

Yürek, bedenlere sığdırılmaktan öte insanı taşıyan bir balon gibidir; Âdem’in oğulları birbirine dertlendikçe ateşlenir ve harlandıkça yükselir. Rahat insanların vicdan yükü ağır olmasaydı göklere çıkar, üç kuruşluk toprağa tamahları kalmazdı.

Küçük tombul eller geceye haddini bildirirken, yazıklar ve vahlar döküldü sokağın ağzından. Neler unutulmuyor ki. Yılların, büyüyen gövdelere insanlığını da unutturabileceğini düşünüyordu. Nankör, korkak evlerde yanıp sönen küçük sahnelere baktıkça, çıldırma nöbetleriyle artık daha da emindi.

Sol dairelerden birinin mutfağında başını avucuna dayamış bir kadın, hesap yaparken yastık altı birikimi hangi oğlunun olsun? Açlığın ve kuraklığın konuşulduğu uzak bir kıtada yardım kampına ulaşmaya çalışan bir başka anne de çocukları arasında seçim yapıyordu; hangisiyle devam etsin, hangisi ölsün?

Poker oynanan bir üstteki duman altı odada, masayı çeviren beylerin kravatları çoktan gevşemiş, viskiyi tek seferde ağzına boşaltan adamın gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Güneyde bir yazlık ev kazanmanın hayaliyle kardeş payından çaldıklarını ortaya koyarken biraz daha güneyde insanların çadırlarda koca bir kış geçirdiğinden habersizdi.

Sonra birden çarpıntılı sessizliği şen kahkahalar ile hançerlendi sokağın. Kucağı güllerle dolu genç bayan soluklanmak için nemli duvara sırtını dayamıştı ki ona yetişen genç adam yosun kokulu betondan çevik bir hareketle kopardı sevgilisini. Güller dağılırken vücutlar bütünleşti ve sokak lambasının ışığında aşk dolu bir Flâmenko başladı. Dünyanın bir yüzünde bir çift çiçekler içinde eğleşirken gözlerden ırak diğer yüzünde akbabalar nöbetteydi. Susuz kalmış dudaklar can verip veda ederde bir çiftin parmakları ayrılırsa kenetlendiği yerden diye.

Yakınlardaysa evsiz bir dilenci günün muhasebesini yaparken gözleri yolun sonundaki mezarlıktaydı. Hayatı boyunca başını sokacağı bir yerin hayalini kurmuştu ve sanırım bu ölünce kendiliğinden gerçekleşecek diye geçirdi içinden. Ardından saatler önce gazetecilerin elinde gördüğü siyah insanların acıklı fotoğrafları, fabrikadan gülerek çıkan işçiler ve iyi para bırakan siyah takımlıları hatırladı. Sloganlar beyninde gece vardiyasına başlarken kartonların üstünde bir bebek gibi şehrin masallarına kendini kaptırmıştı.

Kuzeyde hayat güzeldir, 8 yaşındaysanız hele. Hollywood ışıklarında oyunlar oynamak, berberden sonra omuzlarda teyplerle meydanlara çıkmak, üstü açık bir arabada hayat dolu sesler fışkırmak şehrin uykusuz camlarına. Kaldırımlarda dans etmek ve adına romantizm dedikleri yağmurda yürümekler… Elinde sıcak bir el, burnunda sıcak ekmek kokuları varken aç gezmek bile ne güzel emin beldelerde.

Öğlen sıcağında kurulan gündüz düşlerine benzetti bunları sokak. O vakitlerde ağzı oruçla bağlı bir Müslüman, ezan okunacak ve doyacağım diye düşünmüştü. Alnım secdeye değecek demişti elindeki sırma işlemeli seccadenin verdiği gönül rahatlığıyla. Oysa Somali’de aç yatan uzak komşusu için bir ezanın diğerinden farkı yoktu günlerdir.

Şimdi, karanlıkta bir adam ve bir kedi aynı çöpü karıştırıyordu. Sonrası… Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.

 

İstanbul trafiğinin bereketten çatladığı iş çıkış saatlerinde bir kadın belediye otobüsünde vaveylayı koparıyor: “İmdat! Yetişemedim Osman’ıma, eyvahlar olsun! Bir haftadır bu anı beklemiştim ben… ”

Uyuklayanlar irkilerek sıçrıyor yerinden. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş bitkin suratlara renk geliyor bir anda. Haliyle sıkılan herkes cümbüşe kulak kabartıyor. Halden anlayanlar randevusuna geç kaldığını düşünüyor, ne aşk ama! Tülbentli teyzeler başını yana yatırıp ellerini kavuşturuyor ve acıyan tonlarda belli belirsiz mırıltılar başlıyor. Derken bağrışlar içinde otobüsü durduran kadın bir hışımla dışarı atıyor kendini. Yağmurun altında koşa koşa ilk bulduğu kafeye giriyor. Dikkatsizce basamakları atlayıp heyecanla sağa sola çevriliyor kafası ve işte orada. Aç bir leopar gibi masalardan birinin yanındaki karartıya sabitleniyor gözleri ve kan ter içinde kalmış bedeniyle atlıyor üstüne...

Kısa bir hengâmeden sonra güçlükle yatıştırılıyor ve isteğine kavuşturuluyor memleket insanım. Çalışanlardan biri dişlerini sıkarak alıyor elinden kumandayı ve kadın özlemle beklediği haftalık televizyon dizisinin küçük Osman’ıyla baş başa bırakılıyor.

Gelişen dünya ve değişen zevklerimiz

Eğlencelerimiz Heybeli’de mehtaba çıkmaktan, Boğaziçi’de kayık sefalarındanbetonarme odalarda bir ufak televizyon koltuğuna evirildi. Fayton gezmelerinden metro inşaatlarına, sokak maçlarından Nintendo Wii kutularına... Televizyonların içine hapsolduk. Orada eğleniyor, orada evleniyoruz. Çocuklarımızın adını Feriha koyup, parmağımıza usulca Hürrem yüzüğü takıyor o karanlık kutular. Yedirme, giydirme yarışmaları derken sürekli bir mücadelenin ortasına atıyor bizi. Devletin ahkâmını bile elinden aldı 37'lik maço ekranlar. Artık ne yiyeceğimize ne giyeceğimize ve ne düşüneceğimize televizyonlar karar veriyor. Gündelik dedikodularımızın esas malzemesi de hep bunlar olmuyor mu? Renkli camların bulandırıp dağıttığı şuurumuzdan halkalı gözler peyda oluyor. Biri konuşurken altyazı okur gibi ağzımızı açıp bakıyoruz. Hiç birleşmiyor bakışlarımız birbiriyle. Kaç yıllık arkadaşımız göz rengimiz sorulduğunda durup düşünüyor. Film artistleri gibi yürümeye çabalarken çarşıda pazarda, eşe dosta adeta ucuz replikler kusuyoruz.

Gittikçe okuyan bir toplum oluyoruz, bilinç kazanıyoruz diye seviniyorduk hâlbuki. Sosyal paylaşım sitelerinde gençler Mevlana’dan, Necip Fazıl’dan seçmelerle koca bir külliyatı devirmişken, Müge Anlı bile geniş bir kitlenin gündemini belirleme yetkinliğine erişip, Çiçek Abbas çağdaşlarca siyaset gurusu yapılmışken üstelik. Tarih ve politika satırlarında taş sektiren gözler böylesine çeşitlenip renklenmişken, abdallıktan aptallığa sürüklenişimizdeki saklı hikmet ne ola ki?

Haydi, insan fıtraten zaaf yumağıydı ve aldandı; ancak gayesi elinde asasıyla bozuk gidişatın önünde durmak olan ermişlerimiz de mi elde çekirdek, pembe dizi izliyor? Başlarını kumun içine mi gömdüler yoksa cengâverler gibi atılıp kalemini meydana saplayacak ve amaçsızca dolanan gövdeleri titretip kendine getirecek âlimlerimiz yetişmiyor mu artık?

Cemil Meriç gibi bir çağın vicdanı olmak isteyen kalmadı mı?

Kalmadı azizim. Çünkü sadece izlemiyor bizzat iştirak edip, önlerden yer kapmaya çalışıyorlar temaşa tartışma programlarında. Öyle kipuding tenceresinin dibini sıyıran küçük çocuklar gibi oldu aydınlarımız. Adeta bir kreşte yaşıyorlarmışçasına eylemleri ve istekleri…Hıncal Uluç dahi mankenlerle poz vermeyi bıraktı. Ana sınıfının sabahçı tayfasında okuldan kaydı alınanların arkasından konuşmakla meşgul. Elif Şafak desen sıra aralarında dolaşan kediler gibi sevimlilik yapıp boyama kitaplarını satma peşinde. Rutkay Aziz fırlayıp yerinden; “Günaydın arkadaşlar, size yeni öğrendiğim bir ders fişini okumak istiyorum: Ana gibi yar, Şili gibi diyar olmaz! Haydi, indirelim şu başkanı, bizim onlardan ne eksiğimiz var ” diyor. Bunu duyan Müjdat ve Levent ikilisi Harami kostümlerini giyip hemen sınıf başkanının üzerine yürüyor: “Asmak lazım, kesmek lazım diri diri yakmak lazım!” Fakat Nazlı Ilıcak bu durur mu, hemen laf yetiştirmeyi vazife ediniyor. Açıyor iktidar reisine kollarını, gitme diyor ve sınıfta günün curcunası başlıyor.

Efendim önceden herkes bir odaya toplanır, pembe yanaklı çocukların dizine başını yasladıkları aksakallı dedeler, etrafında halka oluşturan aile eşrafına nasihatler dağıtır, bir yandan sobanın üstünde kestane pişirilip çay demlenirken bir yandan da tatlı kelamlar edilip fertler kötülükten fenalıktan afiyetle korunurmuuuş gibi masallar anlatmayacağım size. “Kılavuzu karga olanın…” demiş atalar ve burada kesmişler.

 

Bir bebeği konverslerimin altında ezdim bugün. Israrla ve üstüne basa basa öldürdüm onu. Hiç sesi çıkmadı, ağlamadı bile. İkimiz de çok yaşayamayacağını biliyorduk çünkü. Korktum. Sıtmalı, bana ağır gelen vücudumu itercesine kaçtım oradan. Kızardım, titredim, soluk soluğa kalıncaya kadar da hırpaladım kendimi aynayla baş başa kalınca. Alnımı soğuk fayansa dayadım ve derhal yağmur yağsın istedim üstüme hatta daha fazlası bir gölü kurutuncaya kadar içmek. Dişlerimi sıkıp: “İsteyerek olmadı bu.” dedim, asla! Ben, ben, asla! Sonra derin bir nefes aldım ve yüzümdeki mimikleri rahat bırakıp bu saçmalığa son verdim. Kendime ne kadar diretsem de bu işlediğim ilk cinayet değildi.

٭ ٭ ٭

Ne zaman yeni bir hayat, temiz bir sayfa ümit etsem bir çocuk doğar kirli ellerimde. Öyle saf öyle masum… Gözlerini kaçırır benden fakat. Yüzü kırış kırıştır. Kaç kez doğup kaç kez ölmüştür o aynı bebek. Sevmiyor mudur beni emin değilim. Hiç konuşacak kadar uzun kalmadı zihnimin Getto kuvözlerinde. Ben her defasında başka isimler koydum ona.Bu sefer dedim bu sefer…İnatla yaşatmaya çalıştım.Bu sefer ölen ben olacağım dedim, o değil. Ama öyle ufaktı ki kafama bir silah doğrultacak kadar büyüyemedi hiç. Yüzüme tükürecek kadar takate erişemedi.

Hayallerimde görünüp kaybolan kadınlar baktı ona. Ben sadece bir bebeğin avuçlarımdayken hissettirdiği heyecanı sevdim. Sonra yabancısı olduğum kollara teslim ettim hemen.

Derken rutine dönüştü kendime ihanetlerim. Muhayyilemin derinlerinden güçlükle nefes alan kadınlar gelip, kutsal bir emaneti teslim almakla görevli elçiler gibi ölü bedenleri taşır oldular geldikleri yere. Bir de… Neden diye sorarlar hiç bıkmadan. Acizliğimi tariften utanırım, çekiçle alınmış gibi çıkar ağzımdan değişmeyen karine: Ben böyleyim.

Severim ama aşkı yaşamaktan korkarım. Bilirim ama bir utançmış gibi söylemeye çekinirim. Saatlerce koşarım ama doğru yere bir adım atmaya erinirim. Yazarım çizerim ama kendime fayda etmez. Ben işlediğim her günahtan, bulaştığım her yanlıştan sonra af dilerim ama yine yaparım. Anladım ki sorun kötülüğe çağıran seste değil, sınır koyulamayan özgürlüklerimizde. Önyargı özgürlüğümüzde mesela, sabırsızlık ve hırs hürriyetinde…

Hesabı kitabı yapan beynimiz yaklaşan şeytanın sağı olurmuş hep. Zihnimize tozpembeler, maskeli düşler satarken, yazdığı acı faturalara bakmayız bile. Bizim olana gözü kapalı güvenimiz her defasında daha ağır bedeller ödetir. Aklın namlusunu kalbe doğrultup vicdanı kana bulamaktır bu yaptığımız.

Oysa;

Bebekler büyümek içindir, bizleri gömmek.

Gül kokmak içindir onlar ve sevmek.

Bebekler tekrar denemektir, umuda namzet!

Benimse her cani gibi içim kötü, isteklerim aşağılık. Peki ya nasıl bu kadar temiz kalabiliyor o umut denilen ufacık şey, kat kat olmuş nefsi emaremden sıyrılıp kalbime cenneti taşırken. Öyle duru bir soluk ki Nasreddin misali ruhuma mana çalıyor.

Sen nasılsın bilmiyorum ama sevgili okur, ben açtığım her yeni sayfayı aptalca karalayıp, başlangıçlara sonumu eklerken, bir bebeği hunharca katlederim. Müptelası olduğum beş para etmez zevkler uğruna o nurdan, o masum, o benim olan şeyi. O benim hayallerimi her ateşe verdiğimde, küllerinden doğan umudumu. Sen dayan desem, yapabilir misin?

 

Zaman değişti değişti, hoop! Yok artık eski Ramazan’lar, bayramlar felan. Bir anlayamadınız gitti. El öpmek, bakkala ekmek almaya gitmek de yok size. Şu eski kafalılığınızdan da kal geldi artık yani. Hayır, geçen gün bizim morukla konuştum, yok neden hiç arayıp sormuyomuşum, niye hiç ziyaretine gitmiyomuşum? Ya insan kendinden 30 yaş küçük biriyle neden takılmak ister ki kafayı yiyjem! Gece gece eğlenmek için dışarı çıkmayacakmışım, edepli usturuplu olacakmışım. Ne yani evde eğlenilebiliyor da biz mi bilmiyoruz? Ayrıca “usturup” derken? İki dakka ayık olun oğlum. Bu yaşta oturup kitap okuyayım, tartışma programlarını izleyeyim falan mı istiyosunuz, şaka gibi ya!”

İşte ey zamanı geçmiş Lale Devri çocuğu, bin ah işitmek istersen ilk gördüğün günümüz gencine bir dokunman yeterli.

Genç haklı. Akranlarını görüyor televizyonlarda; yiyorlar, şakalaşıyorlar o oturup kitap mı okusun? Zaten Can Dündar da ülkemizde iyi bir kalça sahibi olmanın iyi bir kafa sahibi olmaktan daha önemli olduğunu söylemiyor mu? Hem Taksim’de mis gibi birasını yudumlamak varken, tekilasını içmek varken, eee sonra yine birasını yudumlamak ve tekilasını içmek varken niye beyni yoran izahatların, uzun uzun düşünmeye sevk eden tafsilatların, insan olma bilincine erdiren ama rahatsız eden fikirlerin kıskacına atsın ki kendini. Pardon da niçin var olduğunu sorgulamak, evreni anlamaya çalışmak zorunda mı?

İyi de insanı bir hayvandan ayıran en önemli şey zaten akıldır, düşünmektir dediğinizi duyar gibiyim. Pekâlâ, onu bu hakkından feragat edip, diğer hayvanlar gibi doğmak, büyümek, ölmek ve tüm bunların arasına biraz bira ve tekila sıkıştırmak istediği için suçlayabilir miyiz?

Hem özgür kız o, hür oğlu hür! Beynini nasıl kullanması gerektiğine siz mi karar vereceksiniz? Atasının canıyla kanıyla kazanıp emanet ettiği özgürlüğünü, dilediği gibi kullanma hakkına sahip değil mi? İster azar coşar ister dünyadan bihaber kafelerde ömür çürütür. Hürriyet kolay kazanılmıyormuş, Suriye’de yaşıtları özgürlüğü için diktatörlerle çarpışıyormuş. Ne varmış! Onun da eli armut toplamıyor sonuçta. Clark Kent misali gömleğinin altında yatan Che t-shirtüyle sinesinde her an devrim yapmaya hazır bir kahraman taşıyor, hey yavrum.

Her ne kadar izahı zor da olsa damarlarındaki asil kanını sosyalist-komünist ülkülerle coşturabiliyor. Ama içtiği Amerikan sigarası, ayağındaki konversi ne olacak diye hemen kükreyip çıngar çıkarmayın lütfen. Bu ülkedeki en solcu geçinen, Enternasyonal toplantılarından geri kalmayan partinin lideri bile kendi ülkesini, kışkışladığı Amerika’ya şikâyet ediyor. Armış, namusmuş, bizi biz yapan manevi değerlermiş… Millet uzaya çıktı siz hala gökten indirildiği sanılan dogmalardan dem vuruyorsunuz. Şimdiki hatun kişiler kız değil kadın yurdunda kalmak istiyor Nene Hatun, sen anlamıyorsun ama çağdaşlık böyle emrediyor.

İroniyi bırakıp derdimi açık etmek istiyorum lakin öyle bir zamandayız ki derdin kendisi de ironiye yaltaklandı dostlar. Derdimiz başka bir deyişle dersimiz: Ahlak. Bozuldu, yozlaştı, elden gitti derken sıkıntılı günler geçiriyoruz kendisiyle. Kabahat okları internettir, televizyondur sürekli yön değiştiriyor fakat kimse sahiplenmeyince de, leyleklerin ülkemize getirdiği bu ahlaksızlık illeti yine gençlerin kucağında kalıyor. Herkesin ağzında aynı telaş; bir haller oldu memlekete, şimdiki nesil bir değişik… Ne durdan anlıyorlar ne yaptan. Tedip ve terbiyeyi, adap ve saygıyı komşu köyün manzarasına değişeli elde var tek soru: Neler oluyor bize?

Dindar Başbakan: “Bunlar hep dinsizlikten ötürü, dindar olmazsa tinerci olacak hepsi.” diyor. Muhalefet farklı bir çözüm üretmek yerine cümledeki anlatım bozukluğunu giderip “Dindar Başbakan değil o, din tüccarı.” diyor. Aydınlarımız bir coşku dalgasıyla kendinden geçip: “Ne demek efendim! Biz hep dinsiziz ama tinerci de olmadık.” diyorlar, kendi içinde ayrı bir ironiye yol açarak. İnsanlarda beklenti hep aynı olunca medyanın da refleksleri değişmiyor. İşgüzar bir gazetecimiz jet hızıyla sokaktan bir tinerci kapıp mikrofon uzatıyor ve tüm Türkiye kendisinden korunmak için biber gazı almak dışında pek kayda değer bulmadığı bu nesneye -tinerciye- bir anda dikkat kesiliyor.

Aynı vakitlerde Pazar alışverişinden dönen iki kadın mağaza vitrininden televizyondaki çocuğa kilitleniyor ve halkın sesi olup vaziyeti ortaya döküyorlar:

“-Tinercilik mi kaldı ayol, hangi yüzyıldayız. Benim çocuğum alt tarafı poşet koklasa öpüp başıma koyardım. En azından yaptığını ettiğini bilirdik. Açtır açıktadır da içmek için sebebi var derdik. Bak çocuk nasıl hissiyatlı. Çıkmış televizyona kırıldım diyor. Başbakan madem dindardı niye dininin gereğini yapmıyor da ben hala sokaktayım diyor. Bizim çocukların ağzını bıçak açmıyor ki. Geçtim tineri-baliği ectasy kullanıyorlarmış ne zıkkımsa! Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında yine de depresyondalar da depresyondalar.

-Amaan hep aynıyız be komşu. Bizim Cem’de Münevveri doğramış evcilik oynarken. Anası şikâyete geldi. Çok arsız oldu bu çocuklar çok!”

Âsım’ın nesli… diyorduk… nesilmiş gerçek; İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek demeye kalmadan zil çalıyor ve bir ahlak dersi daha çözülemeyen problemleriyle noktalanıyor. Biz bu gençlerin ahlakı nasıl düzelir diye sayıklarken Hilal Cebeci Twitter’a yeni fotoğraflar yüklemeye, Tarkan uyuşturucudan mahkemeye ifade vermeye gidiyor, televizyonlarda “Hayat Devam Ediyor”.

 

Allah'ın nimetlerinden biriydi o da. Bir güz vakti ektiğim ümitlerin baharda filizlenişi gibiydi. Allah'tan daha güzel olamazdı zaten. Ama diğer bütün nimetlerden daha güzeldi.

Damla sakızı gibiydi dudaklarından dökülen sözler. Bembeyazdı kelimeleri ve uzadıkça uzardı ama sıkmadan ve sakız ağacı kokardı.

Bazen kızar köpürürdü Türk kahvesi gibi. Ben onu köpürünce daha güzel bulurdum. Üzülüp ağlardı her kavgamızdan sonra. Acı telvesi gibi pişmanlığı kalırdı kalbinin dantela fincanında.

Bilirsin şu dünyada insanı en iyi anlayan şey çikolatadır. Konuşmaz, teselli etmeye çalışmaz, kılı bile kıpırdamaz ama sen adını duyunca dahi huzurla dolarsın. Uzaklardan kokusunu duymak bile mutlu eder. O da öyleydi işte.

O basınca toprağa, toprak yağmur kokusuna gebeydi, taze biçilmiş çimlere. Güneşi yutup gün batımına, akşam serininde sıcak deniz kumuna... Ihlamur ağaçlarına gebeydi ve yeryüzünü kucaklayan renklere. O değince toprağa, eli tenimde gibiydi.

Lütfen kim olduğunu sorma okur, ben de bilmiyorum. Zaten bilsem herkesten ırak ıssız bir adaya kaçırır, çıtımı da çıkarmazdım. Tüm insanların yalnızlığına su serpen bir yaz gecesi rüyası vardır. Benimki buydu.

Online dergiler Online dergiler