Kemal Gökkaya

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1989 Sinop doğumlu. Uzun sürmüş bir öğrencilik hayatının ardından İşletme Fakültesini bitirdi. Ele güne karşı Denizcilik Fakültesini kazandı, ancak okumadı. Sağlam Galatasaraylı’dır. Ayrıca Sakaryaspor'u da tutar. Öğrencilik yıllarında kız tavlamak için yazdığı şiirler, zamanla keskinleşti; ve önce kendisini kesti, sonra başkalarını kanattı. Postiga Yayınları tarafından neşredilmiş bir şiirsel deneme kitabı bulunmaktadır: MÜSTAH'A(ş)K [2012]. İlerleyen zamanlarda çıkacak olan bir roman ve öykü kitabını aynı anda yazmaya devam ediyor.

Kafa Kâğıdı:    

 

İş hayatına atıldığımda sekiz yaşımdaydım. İlkokula başlamadan birkaç ay evvel, yani yaz aylarında arkadaşım Şahit’in fişeklemesiyle, pazarda su satıyorduk. 1996 yılının Temmuz aylarında, İstanbul’un varoş semt pazarlarında yankılanan ve yıllar boyu devam eden, ‘‘Buuuz gibi soğuk sudan içeeen…’’ sloganının mucitleri ben ve Şahit’tik. Hala daha gözüme çarpar o termos sürahiler, dışı mavi kaplı, biraz genişçe olurlar. Evin musluğundan suyu doldurur, içine Şahit’lerin derin dondurucudan birkaç parça buz atar, bir de küflenmeye yüz tutmuş sunta mutfak tezgâhlarından bir cam bardak çalıp, Cuma günleri sabah erkenden çıkardık pazara. Bu gün dünyanın her yerinde, bütün yüksekokullarda, Ticaret, Pazarlama ve İşletme üzerine dersler veriliyor, kürsüler kuruluyor, kongreler, seminerler düzenleniyor. İnanın bana sayın okuyucu,  dünya ticaretinin merkezi, mutfağı işte bu varoş semt pazarlarıdır. Sekiz yaşımda bunu kavrayacak zekâya sahip değildim belki ama az evvelki sorgumdan sonra bunun ne demek olduğunu daha iyi anladım. Bu gün sekizli yaşlarda bir evlat sahibiyseniz, ona bir kasa limon alın ve pazarda satıp para kazanmasını öğretin. Ama inşallah sizin evlatlarınızın sonu Şahit gibi olmaz. Ya da yıllar sonra, en iyi çocukluk arkadaşıyla bu şekilde karşılaşmaz…

Yedi yaşıma geldiğimde okuma yazmayı kendime kendime sökmüştüm. Rahmetli babam, akşamları geçmiş günlere ait gazeteleri alır, beni yanına oturtur, harfleri öğretirdi. Sonra rakamları öğrendim. En son da, Beşiktaş’ın ilk on birini ezberletmişti bana. Teknik Direktör Daum. Kalede Fevzi. Defansta Recep, Alpay, Johnsen, Mutlu. Orta sahada, Rıza, Şifo, Sergen, Metin. Forvette, Oktay Derelioğlu ve Ertuğrul Sağlam. Beşiktaş’ın maçının olmadığı akşamlar bu şekilde ders çalışırdık. Yaşıtlarımın okula yazıldığı o dönem, annem beni okula vermemişti. ‘‘Daha çok küçük, çok zayıf. Okulda ezilir, dayak yer, soğuk havalarda gidip gelemez. Bir sene daha büyüsün’’ demişti. Oysa ben, yaşıtlarımın resim bile çizemediği o günlerde, gazetelerin verdiği kuponları biriktirip, İngilizce dergiler alıyor ve çat pat bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bu durum bana çok koymadı. 95 yılının kışını, evimizin camından, tüten bacaları izleyerek geçirdim. Doğalgazın icat olmadığı, olduysa bile bizim oralara daha uğramadığı, kömür sobalarının yakıldığı o günler…Yine de 96 yılının güz ayları bir çırpıda gelmişti…

En yakın arkadaşım Şahit. ‘Şahit’in kelime anlamını bilmediğimiz o dönemlerde, onun adı bize hep tuhaf gelirdi. Fiziğini atalarından almış olmalı ki, içimizdeki en iri çocuk oydu. Mahalle maçlarının vazgeçilmez kalecisiydi. Futboldan pek anlamazdı ama biz onu her an çıkabilecek kavgaya karşı fedai olarak yanımızda bulunduruyorduk. Şahit’in büyük dedeleri, tarihi Kırkpınar güreşlerinin azılı şampiyonlarındanmış. Amcası Tahir, kahvenin önüne her kurulduğunda, bu hikâyeleri anlatırdı. Sonra da konu Şahit’in adının nereden geldiğine uzanırdı. Biz de oturur dinlerdik. Şahit’in dedesinin babası olan Abdülhamid, yaşı ilerlediği için güreşleri bırakmış ama o dönemlerde erkek nüfusunun çoğu cephelerde helak olduğu için, güreş müsabakalarına hakemlik edecek insan sayısı da az olduğundan, hakemliğe başlamış. Bir gün Sarı İsmail ve Kabak Mustafa adındaki iki başpehlivan birincilik maçına çıkmışlar. Yaklaşık üç saat süren maçın sonralarına doğru, Sarı İsmail, Kabak Mustafa’yı yere yatırmış. Herkesin ayaklandığı o anlarda, izleyenlerin çoğu Sarı İsmail’in maçı kazandığını zannetmiş. Galeyana gelen izleyicilerin sesleri arasında hakem Abdülhamid de, maçı bitirmiş ve Sarı İsmail’i şampiyon ilan etmiş. ‘Ben şahidim, sırtı yere değdi.’ Demiş.  Büyük tartışmaların çıktığı o maçta, Kabak Mustafa hakem Abdülhamid’in yanına yaklaşıp; ‘’Senin yapacağın şahitliğin geçmişini si……..m’’ deyince, 65 yaşındaki ihtiyar hakem, tek kroşede devirmiş Kabak Mustafa’yı. Genç pehlivan olduğu yere kanlar içinde yığılınca, ortalık tekrardan karışmış. 65 yaşındaki eski başpehlivan Abdülhamid, o gün üç kişiyi yere sermiş. 81 yaşında vefat eden Abdülhamid’in lakabı ‘Şahit’ olarak kalmış ve kendisine 16 yıl boyunca ‘Şahit Efendi’ diye seslenilmiş.

Babadan oğula anlatılan bu hikâye sonrasında da,Şahit’in babası, ilk oğluna bu adı koymaya söz vermiş. Malum bizim Şahit de, etine buduna dolgun bir bebek olarak doğunca tereddüt etmeden adını Şahit koymuşlar. Çocukluğumun en yakını olan Şahit. Gençliğimin unutulmuş hikâyesi olan Şahit. Adamlığımın en büyük düşmanı olan Şahit…

İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim yıl, babam nihayet bir daire alabilmişti. Bu gün nihayet diyorum ama o günlerde ise birazsitemkârdım babama. Doğduğum, büyüdüğüm, ilk aşkımı, ilk kavgamı yaşadığım o sokaktan ayrılacaktım. Arkadaşlarımdan, Şahit’ten, Nefise Teyzeden, köpekleri Paspas’tan, berberimiz Simoviç Ferit abiden, Ertan bakkaldan… Kısacası, çocukluğumu çocukluk yapan bu mahalleden taşınıyorduk. Erikson ve Panasonik’in ilk üreticileri olduğu cep telefonları henüz herkeste yoktu ve mertlik bozulmamıştı. İstesem de eskisi gibi görüşemezdim kimseyle. Henüz minibüslere binip semt semt gezecek kadar cesaretim ve param yoktu o zamanlar. Bu ayrılığı, yollarımızın kesin olarak ayrıldığı bir milat olarak sayıyordum ben. ‘Neşriyat Nakliyat’a ait o büyük kamyonun arka kasasına oturmuş, tüm mahalleliye el sallıyordum. Ağlıyordum ama yiğitliği de elden bırakmıyordum. ‘Üzülmeyin. Yine geleceğim.’ Diyordum. Şahit, kamyonun arkasından koştu ama yetişemedi, nefesi kesilip, dizlerinin üstüne çökmüştü yokuşta. Ağlıyordu. ‘Gelmezsen, seni döverim oğlum.’ Diye bağırmıştı en son. Hiç unutamamıştım o an’ı. Hiç hatırlamak istemeyeceğimi bilmeden…

Çocuksun nihayetinde, üzülüyorsun, ağlıyorsun. İzler bırakıyor bu ayrılıklar içinde. Yine de çocuksun işte, günler geçtikçe unutuyor, yeni oyunlara dalıyor, büyüyor ve yine unutuyorsun. Şairin biri şöyle diyor; ‘İnsanız, ölüme ayarlı saatiz işte…’ ben buna katılmıyorum. Çünkü ‘İnsanız, unutmaya ayarlı saatiz’ bence… Öyle de oldu. Unutmadım belki ama toz kapladı çocukluğumun üstünü. Yeni bir mahalle, yeni arkadaşlar, yeni okullar, ilk sigara, ilk öpüşme derken büyüdüm. Büyüdükçe nasır tuttum. Nasır tuttukça bilendim. Bilendikçe daha çok okudum. Okudukça kendimi buldum. Kendimi buldukça, tekrar kaybettim. Kısır bir döngünün ortasında, babamı kaybettim. Vücudunu saran kanser çok bekletmedi ilk öğretmenimi. Polis okulunu kazandığımı öğrendiğim gün, babamı kaybetmiştim. Bu karmaşanın ne demek olduğunu herkes bilemez sayın okuyucu, burada bana hak vermenizi istiyorum. Bir tarafta hayalini kurduğunuz okulu kazanıyorsunuz, diğer tarafta sizi o okula ilk adımı attıran, canınızın içindeki bir parçayı kaybediyorsunuz. Sanki bir anlaşma imzalamış gibi hissediyordum o yaşlarda kendimi, ‘Babanı verirsen, biz de sana okulu veririz’ gibi düşüncelere kapılmıştım. Dedim ya, insanız, unutmaya ayarlı saatiz işte. Ölümde unutuluyor, en az yaşam kadar, yaşayanlar kadar. Bu ölüm bizi sarssa da, yıkmadı. Daha da güçlendik. Artık sorumluluğumun farkında, bir polis adayıydım. Tek isteğim, o gün yemin töreninde babamın da yanımda olmasıydı. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Baktım. Oradaydı. Güldü. Ben de güldüm ve kepimi ona fırlattım…

İlk görev yerim İzmit’ti. Merkeze bağlı bir mahallede Komiser Yardımcısı rütbesiyle görevime başlamıştım. Mesleği elime alır almaz, sevdiğim kadınla evlenmeye karar vermiştim. Malum, annem yaşlanmıştı, ben işteyken evde yalnız kalıyordu. Okuldayken tanıştığım, anaokulu öğretmeni Melike’yle evlenmiştik. Çok seviyorduk birbirimizi. Babamın yokluğunda benim tek dayanağım o olmuştu. Benim karım olduğu kadar, annemin de bir kızıydı artık. Mutluyduk. Küçük yuvamızda, huzurlu bir yaşantımız vardı. O bana dünyanın en güzel hediyesini vermişti. Oğlumuz doğduğunda ona babamın adını vermiştik; ‘Yiğit Cemil’

Önce şark görevimi yapmaya Diyarbakır’a gittik. Yiğit Cemil,ilkokulu orada okumuştu. Daha sonra İzmir’e tayinim çıktığında, Komiserlik sınavını kazanmıştım. Bornova Polis Okulunda derslere giriyordum. Yeni polis adaylarının eğitiminde benim de emeğim vardı artık. Polis olmaktan çok, bir eğitici olmak, birilerine bir şeyler öğretmek bana babamdan kalan bir mirastı. Oğlum Yiğit Cemil’i de Anadolu Öğretmen Lisesinde okumaya ikna etmiştim. Zor olsa da beni kırmamıştı. Belki bu gün hastanede tedavi görüyor olmasaydı, şu an üniversite okuyor olacaktı. Okuduğu liseye uyuşturucu nasıl girdi, Yiğit Cemil gibi aklı başında bir polis oğlu olarak nasıl böyle bir şeye bulaştı hiç bilemedik. Gözümüzün önünde Yiğit gibi bir delikanlının eriyişini izledik. O can çekişti, biz can verdik. Otobanda ezilmiş kedi yavruları gibi paramparça olmuştuk…

Bir gün okul müdüründen acı bir telefon geldi. Ben bir kez hissetmiştim bu acıyı, babamın ölüm haberini aldığım gün. Müdür Bey ‘Amirim, müsterih olun ama acilen okula gelmeniz lazım, Yiğit Cemil’i tuvalette baygın bulduk’ dediği anda, dünya tersine dönmeye başlamış ve bu yarım kürede benim için yılın her günü gece olarak geçmeye başlamıştı. Daha sonra yapılan araştırmalarla, damardan uyuşturucu aldığını öğrendik. Bir polis baba olarak bunun da ne demek olduğunu bilemezsiniz sayın okuyucu. Bilemezsiniz…

Aylar sonra Narkotik şubenin tespitleri ve operasyonuyla bu uyuşturucu örgütünün İzmir ayağı bir bir çözülür olmuştu. Torbacı diye tabir edilen en ufak adamlarıyla başlayan operasyonlar, bir dizi halinde devam ediyordu. Yiğit Cemil’in hastaneye yatırılışının birinci yılı dolmak üzereydi. Narkotik Şubeden bir arkadaşım aramış ve gece büyük bir operasyon olacağını, İzmir’deki ‘Büyük Abi’nin yerinin tespit edildiğini söylemişti. O gece Narkotik Şube Müdürünün yanına gittim ve ona beni de operasyona dahil etmesi için yalvardım. Müdür Bey, bir Başkomiserden çok, yaralı bir baba olduğumu, yapılacak en ufak bir yanlış hareketin bütün teşkilata mal olacağını söyledi, haklıydı da. Kendime hakim olacağımın garantisi yoktu. Olamazdım da, biliyordum kendimi. Ondan tek bir söz istedim, acımı bilen Müdür Bey bu isteğimi kırmadı. Yakalanırsa eğer, sorguya ben de girecektim…

Ve o gece nihayet büyük operasyon bitti, medya canlı yayında bu olayı duyuruyor, uyuşturucu şebekesinin İzmir ayağının çöktüğünü anlatıyorlardı. ‘Büyük Abi’ dedikleri örgütün İzmir sorumlusu da yakalanmıştı, asıl hedef de oydu zaten. Ben, bu güne kadar elimin terlediğini hiç hatırlamam, o gece, o odaya girmeden önce avucumun içinden terler akıyordu. Dizlerim titriyordu. Oğlumu zehirleyen adamın gözlerinin içine bakıp, ‘Neden?’ diye soracaktım. Kendime hâkim olamayacaktım belki de. Müdür bey kapıyı açtı, ‘Gel’ dedi. Adımlarımı atarken, kafamdan geçen deli senaryoları anlatsam kitaplara sığmaz. İlk aklıma gelen, Müdürün belinden silahı bir hışımla alıp, o şerefsizi alnının ortasından vurmaktı. Odaya varıncaya kadar takriben dört saniye geçti, ben o dört saniyede kırk tane senaryo kurdum kafamda. Odaya girdiğim anda, karşımda takım elbiseli, şık görünümlü, yakışıklı, iri yarı bir adam oturuyordu. Bitkindi. Anlamıştı, yolun sonuna geldiğini. Yine de başını öne eğmemişti. Göz göze geldik. Hiçbir şey hissetmiyordum. Düşündüğüm senaryoların hepsi uçup gitmişti kafamdan. Bazen öyle olur, büyük yıkımların nedenleriyle karşılaştığınız da, susarsınız. Çünkü depremlere bir çare olmadığını bilirsiniz. Deprem gelir, yıkar ve geçer… İçeride ben, ‘Büyük Abi’ ve Narkotik Şube Müdürü vardı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. O sessizlik bana saatlerceymiş gibi geldi ama saniyeler sonra Müdürün sesiyle bitti. ‘Bu Başkomiser Selçuk. Oğlu, senin adamlarının yüzünden, senin yüzünden uyuşturucuya bulaştı. Çocuk bir senedir tedavi görüyor. Ölümden döndü ama hayattan koptu.’ Dedi. Müdürün konuşmasının bitişiyle, bu şeref yoksunu tacirin suratının ortasına vurduğum tekme senkronize olmuştu. Müdür birden üstüme atladı, beni tutmaya çalıştı. Dışardaki polislerde içeri girdi.

‘Büyük Abi’ dizlerinin üstüne çökmüş, dişinin biri kırılmış, ağzı kanlar içinde, başı öne eğik bir şekilde hıçkırmaya başladı. Müdür, kapıyı açanlara ‘bir şey yok’ dercesine kafasını salladı. Kapıyı kapattılar. ‘Aman oğlum, yakma başımızı, her yer kamera.’ Dedi. İçimden bir şeyler akıyordu. Zaman durmuştu. ‘Büyük Abi’ başını kaldırmış, gözlerimin içine bakıyordu. Ben bu diz çöküşü bir yerden hatırlıyordum. Ben bu bakışları, bu gözyaşlarını hatırlıyordum. Ben meslek hayatım boyunca hiç kurşun yemedim sayın okuyucu. Ama ilk defa ruhuma paslı bir kurşun saplanmıştı. Kanım çekildi. Etlerim lime lime olmuştu. Derin bir nefes almaya çalıştım. Tıkandım, yapamadım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Gözlerimi, gözlerine diktim. Ağlıyordum. O da ağlıyordu. Nefesim kesildi bir kez daha. Son bir dermanla, birkaç kelime çıktı ağzımdan;

‘‘Şahit! Ulan geçmişini si…….m Şahit.’’

O yaz Nurten'le ayrılışımızın sene-i devriyesiydi. Ondan sonra, Organ Mafyası tarafından hislerim çalınmış gibi, kimseyi sevemedim. Feriha teyzenin kızı Aslı vardı, birkaç defa Dörtyol'daki pastanenin ikinci katında buluşmuştuk ama Esra Erol'un aracı olmadığı hiç bir kadından elektrik alamayacağımı aşılamıştı bana Flash Tivi bir kere…

7 aydır işsizdim. Geçen yılın aynı günleri Salih ağbinin manavda geceleri karpuz nöbeti tutmuştum. Asgari ücretin üçte ikisine anlaşmıştık. Salih ağbi, İktisat fakültesini birinci sınıfta terk etmişti, o yüzden ince hesaplardan anlar, günü geldiğinde paramı TEFE-TÜFE'den arındırılmış bir şekilde verirdi. İşin kötü yanı, manava giren çıkan karpuz sayısını da, T.C. kimlik numarası gibi ezbere bildiğinden, bazı geceler bizim çocuklara meze ayarlama işi sıkıntıya girerdi...

O gece Kartal'ı Ayrancı Yokuşu'na çektik. Tüm Cebeci kaportanın altında kalmış gibiydi. Teypte Neşet babadan 'Seher Yeli' çalıyordu. Bizim buralarda adettir, yüksek bir tepede iki tek atılıyorsa, mutlaka Neşet Ertaş dinlenir. 'Arabanın muayenesi geçeli de iki yıl oldu ' dedi Emrah. Bütün ekonomik sistemlere muhalif olan Ferhat, birasını fon dipleyip derin bir nefes verdi; 'Kendimiz bile doğru düzgün hastaneye gidemiyoruz, bir de araba mı kaldı...' Haklısın der gibi başını salladı Emrah. Ferhat ve Emrah, oto sanayide aynı dükkanda çalışan iki motor ustasıydı. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Dört-beş ayda bir makineye sıkıştırdıkları parmaklarını saymazsak sağlam adamlardı. 'Hayırdır bilader sen niye sessizsin bu akşam?' dedi Ferhat. 'Yok be ağbi, kafam şu iş konusuna takık. Nereye gittiysem, biz seni ararız diyorlar. Turkcell bile iki defa mesaj gönderdi, kontör yükleyin diye, bu pezevenklerden hala ses yok' dedim. 'Yarın Erol ağbi bizim kahveye gelecekmiş, eli kolu uzun adam git bir konuş belki bulur bir yerlerden bir şeyler' dedi Emrah. Erol ağbi, Cebeci'deki bütün Ganyan bayilerin sahibidir. Bir de yarış atı var diyorlar ama kimsenin net bildiği bir şey yok. Yıllar evvel bizim mahalleden Aysel ablayla evlenmiş, daha sonra parayı bulunca yarı yolda bırakmış kadını. İzmir'de Antalyalı bir yirmilikle takıldığını konuşuyorlar. Yılda iki üç defa buralara uğrar, Aysel abladan olan oğlu Umut'u görmeye gelir. Erol ağbiyle konuşma fikri aklıma yatmıştı açıkçası, dördüncü biranın sonlarına doğru geldiğimde, kafamda yarınki konuşmanın da son satırına gelmiştim...

O sabah erkenden kuruldum kahveye. Gelirken aldığım iki simitle açık bir çay içtim. Bir ara elim yanağımdaki yara bandına takılmıştı. Tıraş olurken, yanağımdan ufak bir parça kopup gitmişti benden, namussuz en az Nurten kadar yakmıştı canımı. Bazen, kesiğin verdiği acı değil de, kopup giden şeyler daha çok yakar adamın canını. Bedenimden bir parçanın ayrılmış olmasını bilmek üzüyordu beni. Tıpkı Nurten’in gidişi gibi… Nasıl diyordu şair; 'İnandığın şeyler uğruna birçok hata yaparsın. Canını hatalar değil de, inanmak yakar...' Hakikaten de öyleydi. Çok inanmıştım Nurten’e. Bizim Nurten, Sadri Alışık'ın Müjgân tarifine harfiyen uyuyordu. Rahmetli yaşasaydı, Müjgân diye bizim Nurten'e de âşık olurdu.

Gözleri dört defa lacivertti Nurten'in, bir baktım mı ikinciyi bakamazdım. Hele bir saçları vardı, Mezopotamya’nın tüm ticaret yolları onun saçlarından geçiyordu sanki… Çok sevmiştim Nurten’i. Şimdilerde eskisi kadar aşk cümleleri kuramıyorum. Yaş ilerledikçe köreliyor insan bunu anladım. Eskiden olsa, Nurten’in adının geçtiği bir konuşmada, onun baş harflerinden şiirler yazar, kafiyeleri alt alta sıralardım. Şimdi sadece susuyorum. Bildiğim tek şey; susmanın, aşkın ve ayrılığın üvey kardeşi olduğu. Aslında susmayı da Nurten’den öğrendim. Terk edilişimin peşisıra birkaç mesaj attım ama cevap bile vermedi. Susuyordu. Konuşması da gerekmiyordu gerçi. O konuşunca benim canım yanıyordu. En son konuşmasını yaptığında, üçüncü dünya savaşının başlama talimatını verdi sanmıştım. Bütün Dörtyol, bütün Cebeci, Bütün Ankara üstüme yakıldı sandım…

Sustu… Sustum… Sustuk… Uzaktan sevdik birbirimizi. Yani en azından ben öyle ümit ettim. Nişanlandığı adamı sevdiğini sanmıyordum. Eğer bir gün o şüpheyle uyanırsam, o banka veznedarı herifi bıçaklayacağımı düşündüm hep. Ne bileyim, benim matematikle aram pek iyi değildi, belki de o yüzden terk etmişti beni…

Kırmızı BMW 5.20 yanaşmıştı kahvenin kapısına. Gördüğü en lüks araba 2002 model Doğan görünümlü Şahin olan kahve ahalisi, Posta gazetesinin en arka sayfasında uzun uzun baktıkları kadınlar gibi gözlerini kırpmadan kestiler arabayı. Benim de içim gitmedi değil hani. Kırmızı iç çamaşırıyla defileye çıkmış bir manken gibiydi adamın arabası. Erol ağbinin ‘Selamünaleyküm’ü ile defile de bitmişti. Cebeci Kaymakamı’na bile bu kadar hürmet göstermiyorduk, hepimiz ayakta, sırayla kendisiyle tokalaşıyorduk. Seremoni bittikten sonra, Sağır Recep’in ‘Çay verin Erol ağbimize’ cümlesi yankılandı kahvede. Yeşilçam filmlerindeki Almancılara benziyordu Erol ağbi, herkes etrafına toplanmış, ne anlatacak diye ağzına bakıyordu. Ben biraz daha dış tarafta, avını bekleyen aslan gibi pusudaydım. Uygun bir anını bulduğumda hemen yanına gidip, iş konusunu açacaktım kendisine. Emrah’ın da dediği gibi, eli kolu uzun adamdı, mutlaka bizi de koyardı bir yerlere…

‘Hoş geldin ağbi’

‘Hoş bulduk koçum’

‘Nasılsınız inşallah?’

‘Sağ ol sağ ol. İyiyiz çok şükür, sizleri sormalı?’

‘Sağlığınıza duacıyız ağbi’

‘Eksik olmayın’

‘Ağbi, benim bir maruzâtım olacaktı sana. Malûm buralar küçük yer, kolay iş bulunmuyor. Nereye başvurduysam bir sonuç çıkmadı. Acaba diyorum, bir yardımcı olsanız da bana bir iş ayarlayamaz mısınız?’

‘Hııı… Valla koçum, biliyorsun ben İzmir’deyim bayağıdır, buralarla eskisi kadar bağım kalmadı. Ama artık işler cemaatle yürüyor biliyorsun. Bir cemaate falan takılıyorsan iş bulman kolayama yok değilsen ben bile yardımcı olamam sana.’

Cümlesi bittiğinde, yüzünde ipnevari bir gülümseme vardı Erol ağbinin. Adam cemaatten mi yoksa tam tersi kıl mı oluyor anlayamadığım bir gülüş attı. Bütün hayallerim bir kez daha yıkılırken, son birkaç kelâm daha etmezsem içimde kalırdı, battı balık yan giderdi artık. Bütün gemileri yakmıştım.

‘Ben zaten Serbes Cemaati'ne üyeyim ağbi?’

‘Serbes Cemaati mi? O ne ulan? Yeni mi kuruldu?’

‘Yok ağbi olur mu, yıllardır Ankara’da var olan bir cemaat, kitapları falan da var hatta’

Erol ağbi yanındakilerden yardım almak istercesine sağına soluna bakıdı. Yanındakiler de hem şaşkın hem de söylediğim şeyleri anlamaya, Erol ağbiye tercümeye etmeye çalışıyorlardı. Herkesin gözlerinde ‘Serbes Cemaati kim?’ sorusu okunuyordu.

Kahvenin sahibi Turan ağbi, Erol ağbiyi bu zor durumdan kurtarmak istercesine söze girdi; ‘Serbes Cemaati kim oğlum? Ben de ilk defa duyuyorum. Başında kim var peki?’

‘Emrah Serbes Hoca Efendi Hazretleri…’

Gözlerimi açtığımda, Cebeci Devlet Hastanesi’ndeydim. Serçe parmağımı alçıya almışlardı, pek bir şey hissetmiyordum. Koluma takılı olan serum, saniyeden daha hızlı işliyordu. Vücudumun ihtiyacı varmış demek ki diye düşündüm. Bir yanımda Emrah, diğer yanımda Ferhat vardı. Gözümü açar açmaz sormaya başladılar; ‘Ne oldu oğlum sana? Ne dedin adama da bu hale getirdiler seni?’ Emrah’ın sağlı sollu soru kroşelerinden sıyrılarak dudaklarımı kımıldatacak dermanı buldum;

‘Hep senin yüzünden kardeşim,’ dedim.

‘Ne benim yüzümden?’

‘Soyadın Serbes olmayacaktı.’

Hatay’a göç edeli tam altı ay olmuştu. Burada daha fazla sığınamayacağımı geçen ay çıkan çadır yangınında anlamıştım. Nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde, yan çadırda kalan canlı canlı yanmıştı. Hiçbir şey yapamadık. İtfaiye geldiğinde her şey sönmüş, bir tek Azraf ağbiyle hanımın ciğeri hala alevler içindeydi…

Artık gitmeliydim buradan. Halep’in arka sokaklarına gömdüğüm ailemden bir tek ben kalmıştım geriye. Biz Türkiye’ye gelirken sadece vatanımızı değil, haysiyetimizi de geride bırakmıştık. Acıya alışmıştık artık. Gözümüzün önünde yanan Malik’in acısı bile bir ayda unutulmuştu. Sinek avlar gibi avlanıyorduk, kanatlarını hızlı çırpan kendini Hatay’daki sığınma kamplarında buluyordu. Bir akşam otururken konuyu Azraf ağbiye açtım. ‘Ağbi ben gideceğim buradan, iş bakacağım kendime’ dedim. Kafasını yerden kaldırmadan, en ufak bir şaşırmışlık belirtisi bile olmadan cevap verdi, ‘Nereye gideceksin? Ne iş yapacaksın?’ En çok çalıştığım ama cevaplarını da bilmediğim yerden gelmişti sorular. O an aklıma geldiği kadarıyla anlattım; ‘Önce direk İstanbul’a gideceğim. Bizim amca çocuklarından biri, bir arkadaşının ailesiyle Bağcılar diye bir yerde ev tutmuş. Kabul ederlerse onların yanında kalacağım. Büyük şehir elbet ben de bir iş bulurum'. Halep’teyken boyacılık yapıyordum. HSBC bankta açtırdığım hesaba birkaç kuruş para da yatırmıştım. İstanbul serüveninde bu parayı kullanmaya karar vermiştim…

Bir Ekim sabahı Azraf ağbi, hanımı ve ben düşmüştük yollara. Aslında bir sığınma kampından, bir sığınma şehrine gittiğimizin farkındaydık. ‘Olsun’du, ‘Bir umut’tu, ‘Belki’ydi, en iyi niyetlisinden bir belki...

İstanbul’da gezmediğim yer kalmamıştı. Suriyeli olduğumu anladıklarında dilenciye acır gibi bakan gözlerden sıkılmıştım. Ben alnımın teriyle çalışıp para kazanmak istiyordum, dilimin döndüğünce iş istiyordum ama şivemin farkına varan herkes yardım istediğimi sanıyor ve beni geri çeviriyordu. Ne kiralık bir ev bulabiliyorduk ne de çalışacak bir iş. Saat, kemer, cüzdan ve parfüm piyasası zencilerin elindeydi. Her biri Swatch satış temsilcisi gibi çalışıyordu. Bizden daha önce geldikleri için birçok sektörü ele geçirmişlerdi ve kabul etmeliyim ki bizden daha iyi Türkçe konuşuyorlardı…

Azraf ağbi de benim gibi akrabalarının yanında kalıyordu, yakın mahallelerdeydik. O benden biraz daha şanslıydı. Bir müteahhittin inşaatında sıva yapıyordu. Türk işçilerin üçte birine çalışıyordu ama bu bile ona yetiyordu… İstanbul’da da yüzüm gülmemişti. Zaten yüzümün bundan sonra sadece yüz nakliyle gülebileceğini sanıyordum. İstanbul’dan ayrılmanın zamanı gelmişti…

Buralarda Behzat diye bir komiser varmış, ben hiç görmedim ama çok meşhur buralarda. Ankara’da tanımayan yoktu Behzat komiseri.  Her gün karşıma çıksa diye dua ediyordum. Bir gün bir yerde karşılaşırsak eğer, ona bütün olan biteni anlatacaktım. Halden anlayan, düşmüşe yardım eden, korkusuz bir polis bana da elini uzatırdı elbet. Vatanımı, haysiyetimi, ekmeğimi kaybetmiştim ama umudumu hiç kaybetmedim. Bir gün vazgeçersem eğer, birkaç gazetede, göze bile çarpmayacak, sıradan bir ‘mülteci ölüm’ haberi olarak kalacaktım. Sadece başlığını okunan, kaderim gibi en küçük puntolarla yazılmış, içeriği hiç bilinmeyen sıradan bir ölüm haberi. Adım bile tam yazılmayacaktı; ‘Suriyeli mülteci Mahir Ç. Ankara-Cebeci’de kaldığı evin kömürlüğünde ölü olarak bulundu…’

Sonunda bir işim olmuştu artık. Bir dekorasyon şirketinde her işi yapıyordum. 800 lira maaşla boyacı olarak anlaşmıştık. Daha doğrusu anlaşamamıştık. Kemal diye bir muhasebecileri vardı, o gugıltıransletten patronun dediklerini Arapçaya çeviriyor, sonra bana okutuyordu, ben de dilim döndüğünce cevap vermeye çalışıyordum. Nihayetinde orta bulup, anlaşmıştık. Boya işi olmadığı zamanlarda alçı işlerine yardım ediyordum, o da olmasa yaptıracak bir şey buluyorlardı…

Cebeci-Dörtyol’da bir daire boyanacakmış. İzzettin ağbi yanıma bir çırak verdi, ‘Mahir, kadının beğendiği rengi katalogda işaretledim, nalbura uğrayın önce, boyalar hazırdır’ dedi. Her zamanki gibi bana sağır muamelesi yaparak bağıra bağıra adresi tarif etmeye çalıştı. Zaten Ankaralılarda anlamadığım nadir şeylerden biri de buydu. Türkçe bilmeyen herkesi sağır zannediyorlardı. ‘Tamam, ağbi’ dedim. Çırak İbo’yla birlikte önce nalbura uğradık, boyaları alıp, Manolya sokağı aradık, boyayacağımız evi bulduk. Kalburüstü bir apartmanda, 4. Kattı. İlk o gün gördüm Aysel’i. Kapıyı açar açmaz profesyonel bir boksörden kroşe yemiş gibi oldum. Bir an sokağın adını, Aysel’den esinlendiklerini düşündüm. İçeriden bir çocuğun ‘Anne’ diye bağırmasıyla irkildim. Evliymiş demek ki diye düşündüm. Birkaç saniye evvel kapıldığım bütün imkânsız hislerden, bir ‘anne’ kelimesiyle vazgeçmiştim. Zaten paramparça olan umutlarım, Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi uçuşup gidiyordu…

‘Oğlum. Mahir. Bak seni severim bilirsin. 3 aydan beri yanımızda çalışıyorsun, Allah var bir yanlışını görmedim ama tam 5 gün oldu ulan o dairenin boyası başlayalı. Ufak tefek şeylerle uğraşma diye İbo’yu da verdim yanına. Niye bitmedi hala oğlum bu daire?’

Hepsini olmasa da cümlenin ana düşüncesini anlamıştım. Aysel’e olan aşkımın ilk firesini vermiştim artık. Üç günde bitmesi gereken daireyi, beşinci günde hala bitirememiştim. Bitsin istemiyordum ki, ne kadar uzun sürerse, o kadar çok görürdüm Aysel’i. ‘Tamam, ağbi. Bu gün bitecek inşallah. Birkaç rötuş kaldı’ dedim. İzzettin ağbi’de fazla uzatmadı, konu kapandı. Aysel, uzun yıllar önce kocasından boşanmış. Kısacası herif bunu yarı yolda bırakmış. At yarışlarından parayı bulunca, bir çocukla bırakıvermiş zalim herif, Aysel’i uluorta. Maddi olarak elini eteğini pek çekmemiş, şimdi ki oturdukları daireyi alıp Aysel’in üstüne yapmış. Mahkemenin bağladığı nafakanın, hep fazlasını yatırmış hesaba. Yılda birkaç kez de uğrayıp oğlunu görmeye geliyormuş. Dünyanın da parayla döndüğünü zanneden bu adam, ne Aysel’e koca, ne de oğluna baba olabilmiş. Oysa ben Aysel’in gözleri için bile Ankara’yı ateşe vermeye hazırdım. Eğer olur da bir gün Behzat komiserle karşılaşırsam bu konuyu da o’na açmaya karar verdim…

Yarım yamalak Türkçemle kâğıda yazdığım çay davetini, okuduğunda gözleri iki defa büyümüştü Aysel’in. Hem kızgın, hem şaşkındı. Sinirlenince çok güzel olduğunu fark ettim, bir kere daha âşık oldum. Daha önce evlenmiş olması, bir çocuğunun olması benim için hiç önemli değildi. ‘Ben ikisine de bakarım’dı. İmkânsızdı, sızıydı, sancıydı ama yine de güzeldi onu sevmek. Davet, beni işimden de edebilirdi, Ankara’dan hatta canımdan bile, umurumda değildi. İki arada bir derede kalmıştı Aysel belliydi. Gözlerinin içinde sustuğu bir şeyler vardı. O’nu tutan, sinirlendiren, şaşırtan ve susturan nedenleri ben de iyi biliyordum. Sanırım dul bir kadın, Suriyeli bir mülteciyle evlenmek istemezdi…

Aysel, sabit, çizgileri belli olan kararlar almış, davetimi kabul etmişti. Televizyonda izlediği kadarıyla Suriyelilere acıyordu ve beni altı günde tanıdığı kadarıyla insan olarak seviyordu. Belki o da etkilenmişti benden, onun büyük engelleri vardı. Beni kırmamak için davetimi tam yirmi dört gün sonra kabul etmişti. Dörtyol küçük bir yer olduğundan, onun istediği, gözden uzak bir yerde, sadece beş dakika görüşecektik. Eğer bir duyulursa görüştüğümüz eski kocası Erol’un ikimizi de öldüreceğinden korkuyordu. Bu beş dakika bile bana yeterdi. Artık daha iyi Türkçe konuşuyordum, bu beş dakikayı kelimeleri ikileyerek harcamayacaktım, kararlıydım. Söylemek istediğim sadece birkaç kelimeydi; ‘Evlen benimle Aysel...’

‘Bak Mahir. Beni anla diye tek tek, kısa ama öz konuşacağım.’ Gözlerimi ‘Tamam’ der gibi kırpıyordum. Anladığımdan şüpheli bir şekilde konuşmaya devam etti.

‘Birisi tarafından beğenilmek güzel bir şey ama senin söylediğin şeyler delice. Eğer beni, geçmişimi biraz tanısan böyle bir şeye cesaret bile edemezdin. Benim ayağıma, kendimden ağır demirler bağlı. Aklında ne varsa sil at. Seni üzmek, kırmak istemem. Gerçekten çok iyi bir adamsın. Her kadının sana ilgi duyabileceği kadar da yakışıklısın. Bazen şaşırıyorum, Suriye’den bu kadar yakışıklı nasıl oldu da çıktı diye’ cümlesi bittiğinde gülümsüyordu, onu gülerken gördüğümde söylediği her şeyi unutmuştum… Bir şeyler söylemem gerekiyordu;

‘Ben öyle şeyler yaşadım ki, taş olsa ikiye yarılırdı. Annemi, babamı, ablamı gözümün önünde hava uçurdular. Ellerimle enkaz kazdım. Bak bu tırnağımdaki yara izleri, hep o günlerden. Üstümde eski bir ceketle, bir katır arabasında sekiz kişinin arasında, Hatay’a zoraki göç yaptım. Sığınma kamplarında tam altı ay yaşadım. 5 yaşındaki çocuk gözümüzün önünde canlı canlı yandı. Şimdi sen imkansızlıktan mı bahsediyorsun? Benim bunca şeye rağmen ayakta kalmam da imkansız değil miydi? Ama kaldım ve beni ayakta tutan nedenlerin başında artık sen geliyorsun Aysel…’

‘Benim bir oğlum var ve beni de ayakta tutan tek şey onun varlığı. Ben sana ümit vererek, onun hayatını, senin hayatını ve kendi hayatımı mahvedemem. Şurada seninle oturduğum bile duyulsa, öldürürler bizi. Erol, ilgisiz gibi görünse de burada ki adamlarına beni izlettirir. Her şeyden haberi olur. Senin geleceğin, benim muhafazakâr yaşamımda saklı değil. Güzel bir anı olarak hatırla beni, ama fazlasını hiçbir zaman umma.’

Gidiyordu… Daha fazla konuşacak bir şey yoktu. ‘Aysel, evlen benimle!’ diye bağırdım arkasından. Döndü ve ‘Ben zaten, bensizlikle evliyim ve bütün yakışıklı adamlar mutlaka bir gün evli bir kadına aşık olurlar’ dedi. Haklıydı, herkesin hayatının üstünde mutlaka bir ‘olmamışlık’ izi vardı…

‘İşte her şey böyle Said ağbi. 35 yaşında, çocuklu ve evli bir kadına aşık oldum. Allah bütün imkânsızlıkların belasını versin’ dedim. Said ağbi şaşkın şaşkın anlattıklarımı dinliyordu araya ayıp olmasın diye bir soru sıkıştırıverdi.‘Peki şimdi ne yapacaksın?’

‘Ağbi sen doğma büyüme Ankaralısın değil mi?’

‘Evet. Keçiören’de doğdum. Ulus’ta büyüdüm. Cebeci’de öleceğim.’

‘He tamam işte ağbi, benim ilacım sende. Bu Ankara’da Behzat diye bir komiser varmış. Hangi kahveye gitsem hep ondan bahsediyorlar. İyi bir adammış, fakire fukaraya yardım ediyormuş. Ona bir ulaşsam her şeyi anlatsam, bana da bir yardımı dokunur. Nasıl bulabilirim ağbi ben bu adamı?’

‘Behzat komiser mi? Hangi Behzat la? Behzat Ç. mi?’

‘Evetağbi soyadı değişik bir şey’ dedim. Cümlem bittiği anda kahkahayı bastı Said ağbi. Ciddi ciddi konuşurken birden ne oldu da böyle gülmeye başladı anlamamıştım. Gözlerinden yaş geliyordu, elini masaya vurdukça, çay bardakları zıplıyordu…

‘N’olduağbi niye gülüyorsun ya? Yanlış, komik bir şey mi söyledim?’

Kahkahalarından zar zor sıyrılarak, derin derin nefes alarak birkaç kelime söyledi ‘Lan oğlum manyak mısın sen? Ne Behzat’ı? Ne Ç. si? Oy anam oyyy…’

‘Ağbi vallahi anlamadım. Neye gülüyorsun sen şimdi, soyadını söyleyemedim ona mı?’

‘Lan oğlum yok yok. Behzat Ç. dizi dizi. Yok öyle birisi. Film icabı o. Film lan o. Manyak mısın sen? Kim kandırdı seni?’

Said ağbinin söyledikleri çivi gibi çakılmıştı beynime. Olduğum yerde donup kalmıştım. Demiştim ya umutlarım Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi dağılıyordu ve şimdi o Sahra Çölü’ne Ali Ağaoğlu yeni projesini dikmişti. Beton olmuştu bütün umutlarım…

Saatin yirmi beşi..

Yoksun yine..
Gelmeni beklemek miydi güzel olan,
yoksa güzel olduğun için miydi bunca beklemek seni ?..

Harflerim çatlıyor ve sızıyorsun aralarından.
Şiirlerime bulaşıyor yüzün,
ellerin her mısrada, bir soğukluk örüyor bana..

Nerdesin ?!
Bir soru cümlesinden çok, içimin öznelerini anlatıyorum sana.
Yükü çoğalıyor yüklemlerimin,
omuzlarımda bir hiçlik ağrısı.
Ağzımın kenarında can çekişiyor özlem,
dizlerimi büküp yoluna, babasının yolunu gözleyen,
bir çocuk gibi bekliyorum seni?
Sahi, nerdesin?

Saatin yirmi beşi..
Gün oluyor, devran dönüyor,
intikamı hiç alınmıyor yokluğumun.
Sırasını kaybediyorum hınçlarımın.
Aynalardan mı hesap sormalı şimdi,
yoksa bir boşlukta öldürmeli miyim kendimi?
Kendimi infaz ederken, seni de yaralar mıyım?
Canın acır mı benim yüzümden?
Yüzünden, yüzüme baktıkça neleri görebilirsin ki en fazla?
En fazla, hırpalanmış bir adam,
çekiştirilip durulmuş adın.
Nasır tutmuş bir yürek,
İzlerini bırakmış bir kadın,
yürekte kıymık gibi..

Sayfalarını yırtıyorum ruhumun, sözüm kesiliyor
ve sen kanıyorsun oluk oluk.
Bir günü ya da dünü, yarını olmayan bir düşü.
Sende kalan neyim varsa bir bir vazgeçiyorum bu gün.
iki günün, dünün ve bu günün,
kim bilir belki de bir düşün arasına sıkışıyorum.
saatin yirmi beşi, gelmezsin değil mi?
Sahi, gelmeni beklemek miydi güzel olan,
yoksa, saat yirmi beşi gösterdiği için miydi hiç gelmeyecek olman?

Yazardan Not: Bu şiiri, Hüsnü Şenlendirici'nin Saatin 25'i adlı eseriyle birlikte okumayınız. Aksi takdirde yan etkilerden biz sorumlu değiliz.

Âdem Aleyhisselam yaratılırken, gökten üç elma falan düşmedi aslında. Bildiğin, etli butlu edebiyat düştü. İlk insanla beraber dünyaya adım atan bu olgu, son insanla beraber alıp ceketini çıkacak…

Konumuz tam olarak edebiyat değil aslında, edebiyatın sağ-sol etkisi. Temel düşünce, edebiyata yön verenlerin, hep sol akımın yazarları olduğudur. Aslında pek de haksız sayılmazlar. Şöyle durup düşündüğümüzde popüler yazarların çoğunun sol görüşlü olduğunu görürüz. Yani hem sol görüşlü, hem de yazarsanız, popüler oluyorsunuz demektir bir nevi…

Çok eskiye gitmeyeceğim. Kurtuluş Savaşı yıllarını düşünüyorum, hayal ediyorum şöyle bir, sanki koca ülkenin bütün sağcıları, muhafazakârları secdeden yeni kalkmış, bir elinde tesbih ‘Sübhanallah’, diğerinde top tüfek ‘Allah Allah’. Cephede kan gövdeyi götürüyor. Solcular için cepheye bir masa sandalye, bir top A4, bir de kalem koymuşlar, ‘Al kardeşim yaz yazabildiğin kadar’ demişler sanki. Tamam elbette böyle değil, bu benim hayalim ama elimi vicdanıma koyduğum da, zorlu dönemlerin yapıtlarının çoğunu sol edebiyat yazarları kaleme almış. İnsan kendini ‘Nerede bu ülkenin muhafazakâr yazarları?’ diye sormaktan alıkoyamıyor. Bu soruyu kendime sorduğumda tek bir cevap buldum aslında, Bu memleketin bütün muhafazakârları hakikaten bir savaş içindeler. İsteseler de istemeseler de, bir savaşın tarafı olmaktan kurtulamıyorlar.

Savaş başlıyor. ‘Korkma!’ diye başlıyor şiirine muhafazakâr yazar. İlk kroşe. Savaşın ortasında bir fırsat bulursa, ‘Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.’ Diyor. Al sana ikinci kroşe. Savaş bitiyor, ‘Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!’ deyiveriyor ve son kroşeyle bitiriyor savaşı…

Hiç unutmuyorum, bir fuara katılmıştım. Annemden hallice bir kadın yazar sigara içmek için dışarı çıktı. Dar alanda ufak bir çember oluşturduk. Birkaç yazar bir araya gelince konu ilk olarak tarihten, sonra siyasetten, moda, magazin derken en son edebiyattan açılır. Konu bir ara ‘muhafazakârlaşan Türkiye’ye geldi. Bu konudan oldukça mustarip olan kadın yazarımız, en son şöyle bir cümle kurdu; ‘Sağcılar bu ülkeye ne verdi ki? En iyi şairler, yazarlar hep solculardan çıkmıştır.’ Dedi. Sigaranın son nefesini içime çektim ve dışarı bir daha vermeden uzaklaştım oradan. Biliyorum dumanı üfleseydim, duman kendiliğinden bir şekil alacak ve ‘Allah’tan kork’ yazacaktı. Hiç gerek yoktu böyle bir illüzyon gösterisine.

Demem o ki; solcular iyidir, hoştur. En iyi yazar ve şairlerdir. Yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi bulursunuz, belki de daha fazlasını. Solun edebiyatı sizi etkiler. Sağın edebiyatı ise kroşedir. Okudun mu oturtur…

 

1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla başlayan etnik milliyetçilik akımları, bir nevi Kürtleri de etkilemiş oldu. 70’li yılların başlarında Güneydoğu’da baş gösteren aşırı sol ve İslami terör örgütlerini dizginleyip, bastırmak amacıyla, MİT’in kendi elleriyle kurduğu PKK, ilk silahlı eylemini 80’li yılların ortasında gerçekleştirdi. 90’lı yılların başlarında ise artık yeni bir kimliğe kavuşmuştu; ‘Kürt Milliyetçiliği Savunucusu’

Zamanla MİT’in kontrolünden çıkarak, Ortadoğu’da söz sahibi olan ve/veya olmak isteyen ülkelerin tekeline giren örgüt, her dönem başka başka ülkelerin çıkarına, Türkiye’ye silahlı eylemlerde bulundu. Üstlendiği ‘Kürt Milliyetçiliği’ misyonunu zamanla sadece bir maske olarak kullanan PKK, hiçbir zaman Kürtlerin temsilcisi olamamış veya olmayı başaramamıştır.

Devletin, cumhuriyetin kurulduğu ilk günlerden yakın zamana kadar yanlış yürüttüğü doğu ve güneydoğu politikaları yüzünden, yöre halkı her daim muhalif olmaya ve kandırılmaya müsait olmuştur. Eğer bu gün ortada bir sorun varsa bunun suçlusu yalnızca PKK değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Şimdi 1925 Şark yasalarından falan girip konuyu daha da dallanıp budaklandırmayacağım. Sadece giriş olarak bilinmesi gerekenleri söylemek istedim…

Artık daha önemli bir noktada daha önemli bir konuyu konuşmanın tam zamanı. Artık ‘Barış’ zamanı.

Bildiğiniz üzere ‘İmralı Süreci’ olarak başlayan, daha sonra ‘Diyalog Süreci’ ile devam eden ama 70 milyona yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının gönlünden geçirdiği ismiyle  ‘Barış Süreci’ne girmiş bulunmaktayız. Yakın bir zamanda denenen ve barışa balta vurmak isteyenlerin akamete uğrattığı ‘Oslo Görüşmeleri’nin ardından Öcalan, devlet tarafından tamamen devre dışı bırakıldı. Ve bu süreçten sonra artan terör olaylarına devletin de cevabı bir hayli sert oldu. Operasyonların yanı sıra yürütülen KCK davasında sayısız gözaltı oldu. Her şey 3 Ocak sabahı değişti ve tek muhatap İmralı alınarak, şeffaf -ya da şeffaf olması hala beklenen- yeni bir süreç başlatıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse şu anda iki tarafın da birbirine olan güveni pamuk ipliğinden beter. O yüzden en ufak bir kıvılcım bu süreci de yerle yeksan edebilir. Barışı istemeyen iç ve dış güçlerin her türlü provokasyonuna açık olan bu süreç her anlamda titizlikle yürütülmelidir. Bu yüzden ilk koşul kesinlikle şeffaflık…

Çok kısa Ruşen Çakır’ın bu süreçle ilgili bir yazısının başlığını da sizlere aktarmak istiyorum; ‘Kürt Sorununda Silah Artık Kapı Açmıyor Tam Tersine Kapatıyor’ Çakır, yazının devamında ise PKK’nın silahsızlaşmasının çok zor ama imkânsız olmadığını da söylüyor. Çakır’a göre çözüm ‘Ateşkes’den değil ‘Silahsızlanmaktan’ geçiyor. Kendisine katılmamak elde değil…

Sanırım bu son süreç çözüm adına son şansımız. Her iki tarafında –Kandil kısmında hala soru işaretleri var- iyi niyetli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Paris infazlarının ardından Türkiye’ye getirilen 3 örgüt mensubu kadının cenaze merasimlerinde başta BDP ve yöre halkı başarılı bir sınav vermiş, sağduyulu çağrılar yapmıştır. Özellikle hafızalara kazınan ise cenazeye katılan Kürt bir vatandaşın elindeki pankarttı; ‘Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz…’

Evet, biz Türkler ve Kürtler 1000 yıllık kardeşler olarak birbirimize karşı yürüttüğümüz savaşı kazanamadık. Ama şimdi barışı, birbirimizi yeniden kazanmanın tam zamanı. Ki, ikili ilişkiler mikroya indiğinde pek de sorun olmadığını hepimiz biliyoruz. Hepimizin Kürt bir arkadaşı, Kürt komşuları vardır. Çoğumuz bir Kürt kızı ya da erkeği sevdik. Birbirimizden kız alıp verdik. Biz, ecdadımızın santim santim kanla çizdiği bu sınırlarda asırlardır olduğu gibi beraber yaşamak, yaşlanmak istiyoruz. Ve artık gayet iyi biliyoruz ki, Kürtler bunu daha çok istiyor. Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi; ‘Bu topraklar kana doydu, bu topraklar barışa aç.’ Nasıl ki bugün bir terörist annesi çıkıp, ‘Ben ülkemin askeri öldüğünde de ağlıyorum diyorsa’ nasıl ki Şehit ve Gazi aileleri ‘Yeter ki bu kan dursun artık’ diyorsa, sokakta işsiz yürüyen gencimizden en tepede ki yöneticimize kadar herkes bu taşın altına elini koymalı ve kangren olmuş bu geçmişi barışla temizlemeliyiz. Bize düşen ve yakışan da budur…

Korkak medyadan, terörden nemalanan, aramıza nifak tohumlarını eken, şiddetten beslenen, Türkiye’nin büyümesini istemeyen iç ve dış bütün provokasyonlara karşı dikkatli olunmalıdır. Unutmayalım ki, her ne kadar barışı isteyen bizler çoğunluksak, istemeyen güruh da hala mevcuttur…

Ben bu süreçte en çok, dinamik, bilinçli gençlerimize güveniyorum. Gerekirse karınca gibi gece gündüz çalışıp bu süreci herkese anlatmalıyız…

Hiçbir annenin gözyaşı dökmediği, hiçbir babanın evlat yolu gözlemediği aydınlık bir Türkiye’ye adım adım ilerliyoruz. Çetin bir süreç olacağı, çok geniş bir zamana yayılacağı aşikâr ama asla imkânsız değil. Doğru ve bilinçli yürütülecek politikalarla –kastım verilecek tavizler konusudur. Tavizin taviz doğuracağı da bilinen bir olgudur. Bunu başlı başına daha sonra konuşuruz- biz bu işin üstesinden geliriz. Ve unutmayalım ki, uzun vade de kazanan yine BİZ oluruz. Türkiye olur. Hakkâri olur, Edirne olur, Tunceli olur, İzmir olur, Sinop olur, Şırnak olur…

Haydi!
Elimizi taşın altına koyalım. Taş ağır, belki elimizi kanatır. Ama bir annenin gözyaşları kadar yüreğimizi acıtamaz…

 

Online dergiler Online dergiler