Ozan İpek

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Nerede doğduğu ve nerede doyduğunu hiçbir zaman sallamadan, baba memleketi olan Trabzon’u benimsedi. İlk öğrenimini, yaşadığı şehir olan İnegöl’de, orta öğrenimini Bozüyük Muallim Mektebi’nde tamamladı. Lise yıllarında aktif olarak tarih ve siyasetle ilgilendi. Okul bünyesinde Tarih Kulübünü kurdu ve yönetti. Trakya Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünü kazandı. Ardından Kocaeli Üniversitesi’ne geçiş yaparak yüksek öğrenimini iki farklı kıtada tamamlamış oldu. Edirne Çocuk Dergisi’nin çıkarılmasında aktif olarak görev aldı. Bir dönem çocuk edebiyatıyla ilgilendi. Ayrıca “türküler” olmadan kendini açıklayamıyor. Duygularını baba yadigarı bağlamasıyla akort ediyor. Dedelerini örnek alarak göçebe bir yaşamı benimsedi. Okuduğu tüm kademelerde yatay geçiş yaptı. Üniversite hayatının sona ermesiyle birlikte yeni bir sevdaya tutularak akademik dünyaya girme kararı aldı. Şu sıralar ise Gazi Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak meslek hayatına başlamıştır.

Kafa Kâğıdı:       

 

Hayat bitmek bilmeyen yollardan ibaret… Doğarken bir yol, yaşarken bir yol, ölürken bir yol... Gah sıla olur gah gurbet gah ayrılık, hepsi bir yol. Ömür biter yollar bitmez misali… Dünya başlı başına bir yol.

Hele de Anadolu’nun bağrı yanık evladıysan yollar bambaşka bir mânâ… Bu coğrafya gerçek bir yol öyküsü.

Eskiden konar-göçer dedelerimiz-ninelerimiz, hayatı tüm güzellikleriyle yaşamayı (şimdiki tabirle organik hayatı) adeta bir felsefe edindiklerinden ilkyazı başka, hazanı başka yerde geçirirlermiş… Bahar ayları obalarından göçlerini yükleyen bu çalışkan insanlar, Karadeniz’in münbit topraklarında yurt edindikleri yaylalara aşılmaz dağ yollarını aşarak giderlermiş…  Eee tabi ne yapsın insanlar… Aşılmayan yolları aşmak kolay mı ? Yollar hiç biter mi? Türk’e “nisbet î’siyle” bağlanan türküleri yaren olurmuş onlara.

“Yol havaları” derler, bilir misiniz?

Yol havaları; aşılmaz dağ yollarının patikalarını aşındıran, peştamalini dolamış elleri nasırlı ninelerimiz ve hırçın mizaçlı, inatçı yiğitlerimizin eğlenmek amacıyla söyledikleri, yol yareni türküler… Yol boyunca onları coşturan, neşelendiren yeri geldi mi de hüzünlendiren birer arkadaş… Yol havaları, dağ çileği ve çam sakızı tadında organik bestecikler…  Sisdağının başlarından, Kadırga’nın çimenine, Maçka’nın yaylalarına yakılan bir kına… Memleket çeşnisinin kekik kokulu ezgileri…

“Ah yaz gelende
Açti da maçkanın yaylaları
Garip dağlar oy dağlar
Kalk gidelim seninle yaylaları gezmeye
Oy oy oy ey ey güzelim ey
Dağlar oy oy
Ahada gene geldi
Yayla zamanlari
Kuş konar çalilara
Oy dağlar oy
Yaylalar güneşliydi da bakamadım dağlara
Oy oy oy ey ey güzelim oy
Dağlar oy oy”

Yol boyunca gelin kız gibi süslenen sarı kız danasını da yanına alan, gönlüne bir avuç dağ çiçeğinin kokusunu serpiştiren, ısırgan otları kadar yabanıl ve bir o kadar da naif ve sevecen insanların türküsü yol havaları… Sevdanın türküleri… Sevdalı yüreklerin türküleri. Şairin ifadesiyle, durup ince şeyleri anlamaya vakti olanların gaydaları…

Yol havaları; her bir anında yolcu olduğumuz, geçici olduğumuz dünya denilen hanın mihmandarlığında, ümide, neşeye ve sevdaya kanat çırpmanın ifade şekli. Yol havaları “doğal ve katıksız” aşkın makamı… Gelin kulak verelim. Gelin yürek verelim onlara!

“Ne işlerin var idi
Sis dağı başlarında
Nedir başıma gelen
Gencecük yaşlarımda
Oyyy dağlar oyy

Gidemiyom yaylaya
Yaylaya yaylamaya
Yedi seneden beri
Düştüm gara sevdaya
Oyy dağlar oyy”

İnsan olarak kalabilmek için gün geçtikçe “türkülere” daha çok tutunmamız gerektiğini düşündüğüm bu zamanlarda “yol havası” almanız dilek ve temennilerimle...

 

 Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.

 Ahmet Haşim 

 Ey hüznüm! Senden yüz çevirip tekrar sana iltica ediyorum!

Beni bağışla…

Dokunmayın bana! Yaklaşmayın…

Hayat güzel, dünya güzel, demeyin. Güzel günlerin peşinden sürüklemeyin beni. Bülbülleri, gülleri anlatmayın bana. Çiçeklerin taze kokusunu taşıyan rüzgârları anımsatmayın. Bebeklerden söz açmayın mesela, şefkati hatırlatmayın. 

Silmeyin gözyaşımı! Geri çekilin. Ötelerde durun.

Gelmeyin üzerime... 

Neşeli türküler derlemeyin, edalı şiirler okumayın. Sevgi öyküleri anlatmayın.

Çorak topraklar devşirin benim için. Karanfiller ekmeyin topraklara… Yayla kokusu serpmeyin avucuma. Çam sakızından dağ çileğine dek, taşımayın tabiatı üzerime…

Teselli etmeyin. Boş laf söylemeyin. “Her gecenin bir sabahı varmış”  bana ne! Deyimleriniz de atasözleriniz de size kalsın. Lâl olmuş dillerle çıkın karşıma…

Ilık mevsimler örtmeyin üzerime. İlkyaz gelmiş diyorsunuz. Hazanlardan haber verin bana. İçine kapanan kara bulutlardan, lodoslardan… Hangi mevsimin yağmuru olduğunu bilmediğim yitik yârdan…

Ana duası demeyin dayanamam, sözünü bile açmayın. Hatırlatmayın sevdiklerimi. Zaten sevmek değil midir yaramız. Sevda yükü değil midir azığımız. Payımıza bu düştüyse, Amenna!  Çekeriz elbet.

Ben, hüznün ve acının harmanlandığı çocuğum. Alnımıza nakış nakış işlendiyse dünyanın doğusunda doğmak, benim yazgıma “hüzün” düşer elbet, isyan değil! Çok görmeyin.

Yazgıma boyun eğip, hüznümü yaşamak istiyorum sadece. Sessiz, yalnız ve bencilce... Küsmeyin.

Üstelik hüznüme hüzün katmak için; sırf hüznüme hüzün katmak için, telifini de ödedim. Peşin peşin verdim gençliğimi. Gözümü kırpmadan başımı eğdim. El pençe divan durdum huzurunda. Şaşırmayın. Gönlümü istedi, gönlümü verdim. Canımı isteseydi, canımı da verirdim.

Her hakkı mahfuzdur sırların…

İçinde sözcükler,

Eksik ya da yarım.

Tren garı, yağmur ve türkü…

Bir de senin;

Hevesin geçince sıkıldığın

Sandıklara sakladığın

“Ben” oyuncağın.

Neden size söylüyorum ki?

Her hakkı mahfuzdur sırların… 

“Yaratıcı Yazma” derslerinde bizlere harcadığı yoğun mesaiden dolayı, Yard. Doç. Dr. Hülya Çevirme’ye ithaf olunur…

Yazarlık ve yaratıcı yazarlık… Bir isim ve bir sıfatla nitelenmiş yine aynı isim.   Değişen ne peki? Yani bir sıfat ekledik de ne oldu? Sözcüğümüze nasıl bir nitelik kazandırdık? Bütün bu sorular bizleri birazcık düşündürse gerek. Ama önce biraz yazar ve yazarlık üzerine konuşmalıyız.

Yazar kimdir sorusuna tarih boyunca yüzlerce özgün tanım getirilmiştir. Birçok yazar kendi sanat anlayışına göre “yazar” olmanın ne demek olduğuna ilişkin düşünceler sunmuştur. Kimi sanatçı, yazarlığını varoluşuyla açıklamış, kimisi bir hobi olarak değerlendirmiş, kimisi de hayatında bir zorunluluk olarak görmüştür. Yazarların, yazarlığa bakışı tam anlamıyla bir renk cümbüşü oluşturmuş ve bizzat sanatın özgün tarafını ortaya çıkarmıştır. Özgün derken, acaba özgünlük yaratıcılığı da içinde taşımaz mı? Yani yazarlar özgün olduklarında aynı zamanda “yaratıcı” da olmazlar mı? 

Yazarlık, sıradan bir yazma işi değildir, şüphesiz. Eğer öyle olsaydı; yemek tarifi yazan hanımlardan tutun da derslerde not alan öğrencilere kadar herkesi yazar olarak değerlendirmek zorunda kalırdık. Peki, yazarlığı “yazmak” tan ayıran nitelikler nelerdir öyleyse? Bizler, hangi özellikleri olan kişilere yazar diyoruz?

Yazarlık üzerine fikir beyan edenler, bu konuda yeterince söz söylemişler aslında. Genel olarak yapılan vurgular şu üç kavram etrafında toplanmıştır: Yazmak, okumak ve yaşamak.  

Bu kavramları biraz düşünmek, biraz genişletmek konuyu anlamak için faydalı olacaktır.

Yazarlık yazdıkça gelişen bir beceridir. Edebiyatımızdaki yazarları düşünün. Genel olarak değerlendirildiğinde, tecrübe kazandıkça sanatlarının olgunlaştığı görülmektedir.  Bir yazar için yazılan her satır, verilen her uğraş gelişim basamağıdır. Her yazı aslında aşılmayı bekler. Her yazı, her eser bir sonraki eser için “alt sınır” çizer. Bu durum, hem yazarı ilgilendirir, hem de okuyucuların beklentilerini ilgilendirir. Ünlü yazarlar genellikle, sık sık yazmayı, hatta her gün yazmayı tavsiye etmişlerdir. Bu konuda Pline l’Ancien’in sözü çok manidardır: Bir satırsız bir günüm yok.  O zaman “yazarlık” dendiğinde yazmayı bir uğraş haline getirip, sürekli onunla ilgilenen bir kişiden bahsediyoruz demektir.

Gelelim okumak kavramına. Okumak, yazarlık için olmazsa olmaz bir kavramdır. Okumayan bir kimsenin yazacak şeyler bulması imkânsızdır. Çünkü okumak birçok inceliğe matuf bir kavramdır. İnsan, çok çeşitli alanlarda okuyabilir. Birbirinden farklı disiplinlerde bilgi ve duyarlılık sahibi olabilir. Yazarlık da tam olarak bu bilgi ve duyarlılığı gerektirir. Çünkü yazar her eseriyle yeni bir dünya kurar. Bu dünya çok yönlüdür. Bu dünya öyle bir dünyadır ki, zengin bir malzeme birikimi gerektirir. Bu birikimi sunacak olan en değerli eylemlerden birisi de şüphesiz okumaktır.  Dünya edebiyatında iz bırakmış önemli yazarlara baktığınızda, onların ne derece okumayla iç içe olduklarını görürsünüz. Ömürleri; odalarındaki kitaplıklarında, kütüphanelerde, okuma meclislerinde geçmiştir. Tam anlamıyla okumayı bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. Okumak aynı zamanda yazarlar için bir zorunluluktur aslında. Hayatında hiç öykü okumamış bir öykü yazarı düşünelim. Komik bir durum olmaz mı? Hele ki bu komedinin vahametine maruz kaldığımız şu günlerde, bu soruya cevap vermek bizim için zor olmasa gerek.

Peki yazmayı ve okumayı anladık da, yaşamak neyin nesidir, ölüler yazabilir mi?  diyorsanız siz yaşamıyorsunuz demektir. Derhal cenaze namazınızın kılınması gerekir. Yaşamak derken neyi kastediyoruz? Yaşamak derken “incelikli” yaşamayı kastediyoruz. Gülten Akın’ın da çok güzel ifade ettiği gibi “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya” İşte yazarlık, durup ince şeyleri anlamaya vakti olmayanların yaşamından farklı bir yaşam biçimidir. Hayatı dolu dolu yaşamayı gerektirir. İnsanların dikkat etmediği ayrıntıları görmeyi gerektirir. Söz gelimi, insanların üstüne basıp geçtiği bir çiçeğin feryadını bile anlamayı gerektirir. Hatta bu çiçeğe çiçek demeden çiçeğin adını bilmeyi, türünü, cinsini, anlamını, coşkusunu anlamayı gerektirir. Bence yazarlığın en önemli unsuru yaşamaktır. Yaşamazsanız anlatacak bir şeyiniz olamaz. Anlatacak bir şeyi olmayan kimse de yazamaz. 

Yazmak, okumak ve yaşamak aslında mündemiçtir. Yazarlık bağlamında biri olmadan, diğerini açıklamak çok zordur. Bir yazar bu üç niteliğe de sahip olmak zorundadır. Ayrıca çok iyi bir yazar olmak için bunlar da yetmez. Kişinin felsefe, sosyoloji, teoloji, mitoloji, psikoloji, doğa bilimleri, sinema, tarih, müzik vb. alanlarda da kendini geliştirmiş olması gerekir.

Şimdi de biraz “yaratıcı yazma” kavramına değinelim. Popülerliği su götürmez yaratıcı yazarlık kavramına… Yukarıda yazılanlardan da anlaşıldığı gibi yazarlık, bünyesinde zaten “yaratıcılığı” barındırır. Bu durumda yaratıcı yazarlık kavramı saçma bir kavram gibi gözüküyor. Aslında öyle değil. Bence, yaratıcı yazarlık, eğitim kaygısından doğmuş bir kavramdır. Yaratıcı yazarlık kavramını ortaya atanlar, şüphesiz ki yazarlığın gerektirdiği temel niteliklerden birisinin de “yaratıcılık” olduğunu biliyorlar. Ancak dikkat edersek, yazarlığa eklenen yaratıcı kelimesi, atölye çalışmalarında, derslerde, kurslarda yazma çalışmaları yapacak öğrencilerin hangi yönünün üzerinde durulacağını vurguluyor. Şüphesiz, bu gibi kurslarda, kurs öğretmeni; kursiyerlerine bazı teknikler, biçimler, kalıplar, kurallar öğretebilir ancak temel olarak yaratıcılığın geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu yüzden adına “yaratıcı yazma” denilmektedir.

Yaratıcı yazma kursları, güzel bir etkinlik sahası olarak değerlendirilebilir. Ancak buradan sertifika alan yahut mezun olan kimselere, sırf bu vasıflarından dolayı yazar diyemeyiz. Kişinin bu kurslara gidip eğitim alması yazarlık için yeterli değildir. Belki bazı olumlu katkıları olabilir, ancak bu sadece devede kulaktır. Bence yaratıcı yazma daha ziyade bir sosyal etkinlik olarak, bir hobi olarak değerlendirilmelidir.

Yazarlık, yazarlığın gerektirdiği nitelikler, yaratıcı yazarlık konularını ve bunların birbirleriyle ilişkisini irdelemeye çalıştık. Yazımı, Guy Debord’un güzel bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli.”

Sen gelmeden,

Paslı hüzünlerin peşinde,

Gam çeken, çileyen,

Küflü sevdaların ardından,

Savrulan, kaybolan, sersem

Bir gazeldim.

  

Sen gelmeden,

Gülmek bana yasaktı ve

Aforoz hüzünler devşirirdim

İhtiyar bir adamdan,

Yirmi üç yaşında!

 

Sen gelmeden,

Sevda bir söz sanatıydı,

En cinasından.

Belki mısralardı.

Şairane bir hayaldi belki,

Hatta Fuzuli.

 

Sen gelmeden,

Bayat sözcüklerin arasında,

Kaybedilmiş bir anlamdım.

Belki,

Laf-ı güzaf.

Ne tuhaf kelime.

 

Şimdilerde ise;

Bir neşe öpüyorum yanağıma.

Senliyorum aynalarda kendimi

 

Hoş geldin!

Online dergiler Online dergiler