Aykut Purde

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

"Besmele her hayrın başıdır."

İnanan için her şeyin başladığı, sözün bittiği yer. Hiç farkında olmadan gün içinde onlarca, belki yüzlerce kez besmele çekiyoruz, hattâ çoğu zaman kendi adıma gün içinde Allah'ı hatırladığım yegâne anlar oluyor bu farkında olmadan çekilen besmeleler; ama kaç kere bunun ne anlama geldiğini düşünüyoruz?

Besmele, inanan için sığınılacak en güvenilir limana giden bir gemi gibi.

Düşünsenize yapayalnızsınız, belki çok büyük acılar çekiyorsunuz, bir yakınınızı kaybettiniz ya da günümüz toplumunun dejenere gençliğinin en büyük derdi olan 3 günlük "sevgiliden" ayrılma sendromu yaşıyorsunuz; belki derdinizi kimseye anlatamıyorsunuz, belki anlatıyor gönlünüzü avutamıyorsunuz.

Besmele bize Allah'ı hatırlatıyor öncelikle, ne olursa olsun yalnız olamayacağımızı anlıyoruz. O'na güveniyoruz, O'na yalvarıyoruz. Başkasının karşısında güçlü durmaya çalışırken, O'nun huzûrunda bir besmeleyle söze başlıyor ve O'na ne kadar âciz olduğumuzu, dertlerimizle O olmadan aslâ mücâdele edemeyeceğimizi anlatıyoruz. Karşılık beklemeden, sadece kul olduğumuz için her işe, her söze besmeleyle başlıyoruz; çünkü biliyoruz, Allah bize yeter, eğer O bize büyük bir dert veriyorsa şüphesiz ki daha büyük bir ferahlıkla, huzurla bizi mükâfatlandıracaktır.

Sadece bunu bilmek bile inanana büyük bir güç verir, hayatta her şeyin kötü gittiği zamanlarda besmeleyle yepyeni, tertemiz bir sayfa açarız ve besmeleyle açılan bu sayfanın sonunun hayır olacağına hiç şüphemiz olmaz.

Fikir Adası, her şeyin kötü gittiği, çok mutsuz olduğum bir zamanda besmeleyle açtığım yeni sayfam. Candostum Said daha güzel bir zamanda böyle bir teklifle gelemezdi herhâlde. Said kardeşime ve beni kabul eden diğer arkadaşlara bana böyle bir fırsatı verdikleri için müteşekkirim.

Haydi Bismillâh!

 

"İmlâmız, lîsânımız düzelince, lîsânımız da kafamız düzelince düzelecek; çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur fazla değil!"

Besmele diyip başladık yazmaya. Peki ne yazıyoruz biz? Nece yazıyoruz?

TDK'nın yaptığı tanıma göre lisan; duygu, düşünce ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan ögeler ve kurallardan yararlanılarak, başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir araçtır. Burada "aktarılan duygu, düşünce ve istekler" diye uzun uzun anlatılan şey aslında bizim "kültür" dediğimiz olgudan başkası değil. Kültür, "bir milletin veya bir topluluğun tarihi süreç içinde meydana getirdiği maddi ve manevi ortak değerler" olarak tanımlanmış sözlüğümüzde. Lİsan ve kültür kelimelerinin tanımlarına baktığımızda aslında nasıl da iç içe geçtiklerini görebiliyoruz. Lisan maddî ve manevi ortak değerler olan kültürün gelecek nesillere aktarılmasında şüphesiz vazgeçilmez bir rol oynuyor. Bununla birlikte kültür de lisanın oluşumunda çok önemli.

Birçokları farkında olmasa da lisan insanın kendisidir, aynasıdır, insanı insan yapandır. İnsanla ve kültürle birlikte yaşar, insan yaşayışından ve kullanıldığı toplumun kültüründen etkilenir, beslenir. Bir lisandaki en önemsiz görünen kelime bile yüzlerce binlerce yaşındadır aslında. Tek bir kelimeyi ele alıp onun kökenini inceleyerek dahi o lisanı kullanan insan topluluğunun kültürü hakkında pek çok bilgiye ulaşabiliriz. İnsanlar kelimelerine hayat verirler, onlara yükledikleri anlamlarla yaşayan birer varlık olmalarını sağlarlar. Yüzyıllarca bir lisana ve kültüre hizmet etmiş köklü bir kelime yerine yenisini getirdiğinizde çoğu zaman eğreti duracaktır; çünkü o yeni kelime o insanlarla, onların kültürleriyle yaşamamıştır, onlardan biri olamaz asla, en fazla onlara ayak uydurabilen bir yabancı olabilir. Bu yeni kelime ne eski kelimenin tanık olduğu aşkları, acıları bilir; ne de mutluluğu, neşeyi tatmıştır yüzyıllardır. O kültürle, o insanlarla hiç bir şey paylaşmamıştır. Canlıdır canlı olmasına, ona da hayat verir insanlar; ama o hep daha soğuktur, boştur. Yavandır, yabancıdır, ötekidir. 

Lisan da kültürün en önemli unsurudur. Lisanlar olmasaydı kültürler nasıl olabilirdi ki? İlk çağlarda mağara duvarlarına çizdiğimiz av merasimleri, daha sonra Mısır'da ortaya çıkan hiyeroglifler, Sümerlilerin çiviyazısı ve daha niceleri, hep bizlere dünyadaki farklı kültürleri anlatır, yetişemediklerimize yetişmemizi sağlarlar bir bakıma.

Lisan-kültür ilişkisinde lisan, farklı şekillerde zuhûr ederek tarihe ve kültürlere tanıklık etmemizi sağlarken, kültürler de lisanları etkiler, onları beslerler. 

Sevgiliye düzülen methiyeler, "Sevgili'ye" yazılan naatlar, kaybedilenin arkasından yakılan ağıtlar, büyük aşklar için yazılan mesnevîler, dörtlükler, şiirler, destanlar. Lisanımızı kullanarak ortaya koyduğumuz bu eserler zamanla kültürümüzün de vazgeçilmez bir parçası hâline gelmiş. Anadolu'da bir aşk hikâyesi geçer de hiç o âşıklar Leylâ ile Mecnûn'a, Kerem ile Aslı'ya meydan okumadan durur mu? Ya da Peygamber'e âşık bir Anadolu insanı, O'na naat yazarken Fuzûlî'nin Su Kasîdesi'ni düşünmeden edebilir mi? 

İşte bu eserlerin kültürümüze bu denli etki etmesini sağlayan, insanımızın yüreklerinde demledikleri duygularını, binlerce yıldır farklı kaynaklardan beslenerek büyüyen, güzelleşen, derinleşen lisanımızın süzgecinden geçirip kaleme almış ya da söylemiş olmalarıdır.

Kültür ile lisan, lisan ile kültür. Bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil, birini kaybeden bir süre sonra diğerini de kaybetmeye mahkûm. Bu durumda bir kültürü yok etmenin en kolay yolu nedir benim Fransız kardeşlerim? Doğru bildiniz, dillerini ellerinden almak. Dünya üzerinde birçok örneği var bunun şüphesiz; Britanya adalarını tek dil konuşmaya götüren süreç, Hindistan gibi kalabalık bir yer ve baskın bir kültürde dahi İngiliz hâkimiyetinin hâlâ hissedilmesinde dilin rolü, Avrupa Türkleri'nin dillerini unutmalarından kısa bir süre benliklerini kaybetmeleri; ama en güzel örneği şarap ve peynir diyarı Fransa'da buluyoruz. Bu pek muhterem, insan canlısı Fransız kardeşlerimin hükümetleri Afrika'yı yüzyıllarca sömürdükten sonra geçen yüzyılın ortalarını müteâkib Afrika ülkelerine özgürlüklerini veriyorlar. "Ah siz ne güzel insanlarsınız monşerler." dediğinizi duyar gibiyim. Anlaşılan hiç biriniz Beyaz Adam'ın yüzyıllara dayanan sömürgecilik tecrübelerini yeterince ciddîye almamışsınız.

Fransız kardeşlerimiz bu ülkelere özgürlüklerini verirken önlerine Afrika'da hâkim oldukları topraklarda konuşulan dillerin dağılımını gösteren bir harita alırlar. "Özgürlük" verecekleri ülkelerin sınırlarını öylesine bir ustalıkla belirlerler ki, hepsinin topraklarında en az 3 büyük Afrika dilinin ve onlarca yerele kabile dilinin konuşulmasını sağlarlar. Ne kadar düşünceliler, kültür zenginliği olsun istemişler; ama sonuçta ne olur, eski Fransız sömürgeleri özgürlüklerinin tadını çıkaramazlar, ülke içinde insanlar anlaşamaz, kargaşa ve kaos kaçınılmazdır. Anlaşmanın bir yolu olmalı, bu insanlar aynı dili konuşarak sorunlarını çözmeli! Ve bugün çoğu Afrika ülkesinin resmî dili Fransızca. Yüzlerce dil ve yüzlerce kültür bugün yaşamıyor. Yüzlerce dil ve yüzlerce kültür bugün yok olmak üzere. Teşekkürler Louis. 

Şükürler olsun ki Anadolu toprakları böyle bir sömürüye sahne olmadı ve biz dilimizi-kültürümüzü en güzel şekilde muhafaza edebildik. E madem böyle, Yahyâ Kemâl'i bu kadar sinirlendirip yukarıdaki satırları yazmaya iten ne? Ne olmuş bizim lisanımıza, nasıl bozulmuş? Biz hiç sömürülmedik ki, kim dokunabilir bizim lisanımıza? 

Üsküplü hemşehrim Yahyâ Kemâl delirmiş olmalı. Bu kadar güzel bir lisanın bu denli bozulması anca bir devrimle olur büyük usta ve sen de çok iyi bilirsin ki lisan yaşayan bir varlıktır, "Dilde devrim olmaz!". 

Gelecek ay devrim var, motorları maviliklere süreceğiz.

 

“Uydurma demeyeyim de yakıştırmacılık ilminin temelini atmıştık!”

Benim Üsküplü hemşehrim Yahyâ Kemâl’i kızdıran bir şeyler vardı, hatırlayalım: "İmlâmız, lîsânımız düzelince, lîsânımız da kafamız düzelince düzelecek; çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur,  fazla değil!" diyordu üstad, rahatsız olduğu, âşık olduğu lîsânımızın bozulması, ırzına geçilmesiydi. Bu kaderi yaşayan diğer lîsanlara baktığımızda hep sömürüyü ve Beyaz Adam’ın hoşgörüsünü gördük. Kendi lîsânımızda ise bize tecâvüz eden yine kendimiziz, kendi devrimimiz, Dil Devrimi’miz.

Dil Devrimi’ni tartışmadan önce farkına varılması gereken 2 ana unsur var. Birincisi; bu devrimi ideolojik bir tartışma olarak görmekten kendimizi alıkoymamız gerektiği. Bu konuda ideolojilerimizle tartışmak bizi 90 senedir içinde bulunduğumuz çıkmazdan öteye götürmez. İkinci olarak yapılması gereken Harf Devrimi ve Dil Devrimi kavramlarını birbirinden ayırmak. Dil Devrimi’ni savunanların lâtin alfâbesini bugün konuştuğumuz “sâde” dilin temeli olarak görmesi de yanlıştır, Dil Devrimi’ne karşı olanların bu devrimin temeline Arap harflerinden vazgeçişimizi koymaları ve akabinde dilimizin bu sebebden yozlaşmış bir lîsânımız olduğunu savunmaları da. Yeni bir alfâbe isteği, 19.yy’ın ortalarından önce bir takım aydın tarafından dile getirilmiş bir talebdi, bunu salt Cumhûriyet’in bir getirisi olarak görmek yanlıştır. Zâten Dil Devrimi’nin yarattığı tahrîbat o kadar büyük ki, alfâbenin değişmesinin dilimize zarar verip vermediğini masaya yatırmak çok güç.

Dil Devrimi’nin başmîmârı, diğer bütün devrimlerde de olduğu gibi, Mustafa Kemâl. Onun direktifleriyle kurulan kurumlarda onun istediği bilim adamları, onun istediklerini yapmak için canla başla çalıştı. Aslında o dönemde dilde bir reforma ihtiyâcın olduğu şüphesiz. 19.yy’da “kafası karışmış” bir lîsan Türkçe var. Esas olarak Ural-Altay dillerinden olan Türkçe, Türkler İslâmlaşana kadar Orta Asya coğrafyasında dış etkilerden uzaktı. İslâmiyeti Talas Savaşı ile birlikte tanıyan ve kısa sürede Araplardan dahî çok benimseyen Türklerin lîsânının, Kur’an-ı Kerîm’in yazıldığı lîsan olan Arapça’dan etkilenmesi kadar doğal bir şey yok. Ancak Türkçe’yi neredeyse Arapça’dan fazla etkileyen dil Farsça. Bunun sebebi açık: Türkler İslâmiyetle tanıştıklarında komşu oldukları Müslüman kavim Araplar değil Acemler, yâni Îranlılar. Türkler İslâm’ı Îranlılar’dan öğrendi diyebiliriz, peygamber, namaz, oruç gibi kelimelerin Farsça oluşu tesâdüfî değil. En başlarda bu etkilenme daha çok kelime devşirmekten ibâret olmuş ve bu lîsânımıza zarar vermek şöyle dursun, zenginliğimize zenginlik katmıştır. Asıl sorun Osmanlı döneminde, dîvan şâirlerinin ve devlet erkânının Türkçe, Arapça ve Farsça’dan oluşan karma, ağdalı ve zamanla halktan kopan bir dil kullanmasıyla başlar. Gün geçtikçe Türkçe kelimelerin sayısı azalır, Fars ve Arap lîsanlarının gramer kuralları Türkçe’de etkin olmaya başlar. Tüm olumsuzluklara rağmen güçlü bir lîsan olan Türkçe, 19.yy’ın yenilikçi şâirlerinin/yazarlarının reformlarıyla olumlu bir sürece girer ve 20.yy’a gelindiğinde daha sâde ancak eskisinden daha güçlü ve en önemlisi “rayında” bir Türkçe vardır. Reform ihtiyâcı hâlâ çok açıktır; ancak gelecek parlak görünmektedir. Devrime kadar …

Devrimin başmîmârı olan Paşa’nın lîsan sorunu çözmek için yaptığı analizlerdeki iki hayâtî hâtâ, lîsânımızın bugün geldiği içler acısı noktanın en önemli müsebbibleri. İlki, geçen yazımda değindiğim lîsanda devrim olmayacağı gerçeğini göz ardı edişi. İkincisi ise, yazının başında bahsettiğim konunun ideolojik değil kültürel bir mesele olarak ele alınması gerekliliğini yerine getirmemiş olması. Paşa’nın Dil Devrimi’ne temel olan düşüncesi yeni kurduğu cumhûriyette Türk’ten başka unsur istememesiydi. Onun için Arap olan Fars olan ve bunları hatırlatan her şey geriydi, bunların hayâtımızdan derhâl atılması gerekiyordu. Lîsanda yapılmak istenen de tam olarak buydu, yüzlerce yıldır bizimle olan, hayat bulan kelimelerin lîsandan temizlenmesi için devletin tüm imkânları seferber edildiği gibi dağıtılan bildirilerle halk da, bu eski ve gerici kelimeler yerine yenilerini bulmak konusunda teşvik edilmeye çalışıldı. Bereket ki halk bu çağrıya pek îtibâr etmedi. İş Türk Dil Tetkik Cemiyeti (bugünki TDK)’ne kaldı. Görevi, dilden atılacak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine yenilerini, modernlerini, “Öztürkçelerini” bulmaktı. Bu uğurda kalem, “yağuş, yazgaç” yapılmaya çalışıldı, hikâyemize “ötkünç, sürkenç” dediler. Bu düpedüz bir soykırımdı, 4 sene içinde binlerce kelime bu şekilde katledildi. 1900’lerin başında 75.000 kelimelik Türkçe sözlük hazırlayabilen Redhouse, 1945’e gelindiğinde  “berkiten, baysak, örürme” gibi ucûbeler sayıldığında bile 12.000’ini geçemedi. 1936’da Paşa bile yaptığı hatânın boyutlarının farkına vararak bu yoldan dönme karârı aldı; ancak kelimeleri atmaktan vazgeçerken çözümü, lîsandaki tüm kelimelerin Türkçe’den geldiğini kanıtlanmasını emretmekte bulmuştu. Ona göre her kelimenin kökü, pek tabiî Türkçe’ye “uydurulabilirdi”. Böylece lîsâna hizmet etmesi gereken bir kurum, ilk yıllarını soykırımın memurluğunu yapmakla geçirerek lîsânımızdaki binlerce kelimeyi yok etmiş, 1936 sonra ise her kelimenin Türkçe olduğunu kanıtlamaya adamıştır. Salt ideolojik amaçlar uğruna, 20.yy’a girilirken yeni ufuklara yelken açmış olan lîsânımız, bir sebebsiz fırtına ile alabora oldu ve denizin dibini boyladı. 

Mustafa Kemâl’in iki konuşmasından aldığımız şu iki parça, lîsânımıza yapılanın absürdlüğü gözler önüne seriyor. İlki Gençliğe Hitâbe’den:

“Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

İşte benim hayâl ettiğim Türkçe budur, Mustafa Kemâl, bir Osmanlı Paşası olarak ve Dil Devrimi’nden önce lîsânı kullanmada çok usta, Türkçe’yi en iyi kullanan hatiblerden belki de. Aynı adam, İsveç veliaht prensi için verdiği yemekte ise bunları dedi, Allah taksirâtını affetsin:

“Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.”
 
Belki sömürüyü görmedik lîsânımızda, ama Dil Devrimi en kötü sömürüden daha kötü, en acımasız soykırımdan daha acımasız. Dil Devrimi’nin en önemli temsilcisidir belki de Nurullah Ataç, bu devrimle uydurma iliminin temellerini attıklarını îtirâf ediyor. Ne diyelim, Amazon’un “amma uzun”, Niagara’nın “ne yaygara” olduğu lîsânımızda, bu yazı hem Amazon ne Niagara!

 

Hayâtımız patlayan kurusıkılardan ibâret. Adı üstünde, kurusıkı; patlıyor, öldürmüyor. Canımızı acıtıyor, bâzen çok acıtıyor, hayâl kırıklıkları, ayrılıklar, ölümler hep canımızı yakıyor; ama insan kurusıkıdan ölmüyor, hayat devâm ediyor.

Pat! İşte ilki patladı. Çok küçükken olur genelde ve kimi zaman kişiliğimizi tamâmen şekillendirecek kadar etkili olur hayâtımızda. Şehir değişikliği olabilir meselâ, bu tip bir değişiklikten en çok etkilenen en küçüklerdir. Âilemiz yanımızda olsa da o yaşta, doğup büyüdüğümüz evimiz, odamız ve hattâ yatağımız, hayâtımızın hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli bir yere sâhib. Alıştığımız, kendimizi rahat hissettiğimiz bu ortamdan ayrılmak ilerleyen yaşlara nazaran çok daha zor. Kimisi bu ayrılığı kolay atlatırken kimisinde bu ilk ayrılığın etkisi ömür boyu hissedilir; ama zamanla alışırız, yeni taşındığımız şehri de severiz, yeni arkadaşlar edinir belki yeni yatağımıza daha çok alışır, daha çok severiz. Hayat devâm eder.

Pat! İşte bir tâne daha. Belki çok büyük bir hayâl kırıklığı bu seferki, köhnemiş bir eğitim sisteminin meyvesi olan sağlıksız bir üniversiteye giriş sınavı yaşatabilir bunu. Yıllar süren çaba, yapılan fedâkârlıklar, hebâ olan gençlik uğruna girilen bu sınavda hedefe ulaşmayı ümîd ediyor, hedeflediğimiz üniversitede hayâl ettiğimiz eğitimi almak istiyoruz; yıllar süren eğitimin 3 saatlik bir sınava sığdırıldığı bu sistem çoğumuzu yeniyor, hayâllerimizi yıkıyor. Hattâ bâzen hedeflediğimiz üniversiteyi kazansak dahayâlini kurduğumuz eğitimi alamıyoruz. Kimimiz bir sene daha çalışıp şansını yeniden denerken kimimiz hayâllerimizden vazgeçerek kendimize başka bir yol çiziyoruz; ama bir şekilde yaşamaya devâm ediyoruz, hayâlimizden çok daha farklı bir meslekte ve kimbilir belki de çok daha dolgun bir maaşla. Hayat yine devâm ediyor.

Pat! Ve bir tâne daha. En gerçek, en kaçınılmaz olanı bu belki de; ölüm. Öyle yeni şehre alışmak gibi, başka bir meslek yapmak gibi çözümlerimiz olamıyor. Ölüm bizden birini aldığında onun yerine başkasını koyamıyoruz. Bu kayıp âileden biri olduğunda, bir anne bir baba olduğunda etkisi çok da büyük oluyor. Onlar olmadan hayâtım nasıl olurdu düşünemiyorum bile. Onlar olmadan hayâtın tadı, yaşamanın bir anlamı kalmaz; ama buna bile göğüs geriyoruz, kendimiz için değil bu göğüs geriş, mecbûriyetten yapıyoruz. Geride kalanlara destek olmak için güçlü görünmeye çalışıyoruz, kendi âilemizi için ayakta duruyoruz. Hayat, artık anlamını yitirmiş olsa da, devâm ediyor. 

Pat! Bu diğerlerinden çok farklı. Bu da yara açıyor; ama bu yara ömür boyu kanıyor. Ve öyle bir acı ki bu insanın hoşuna gidiyor. Aşk. Kalbe bir kez düştü mü hayâtımızın vazgeçilmezi oluyor. Nesnesi hep değişiyor çoğumuz için, farklı farklı insanlara âşık oluyor; ama aşk hep bâkî kalıyor, aşksız olmamak için elimizden geleni yapıyoruz. Diğerlerinden farkı da burada aşkın, diğerlerinde acımızı dindirmek dertlerimizi unutmak için elimizden geleni yapıyoruz. Konu aşka gelince aşka geliyoruz, aşktan gelen her türlü acı bile bize garip bir haz veriyor, Unutmak, âşığın en büyük kâbusu oluyor. Belki de bu yüzden âşık olmak anlık bir meseleyken aşkı anlamaya ömür yetmiyor. 

Her şey unutuluyor, her acı zamanla hafifliyor; ama aşksız olmuyor. Âşık olmayan insan başka hiçbir derdi olmasa da hayattan haz alamıyor. Aşk yoksa hayat da devâm etmiyor.

Bu yazının editöre verildiği 10 Şubat günü benim için çok önemli bir gün. Hayâtımın tamâmen değiştiği gün olmasının yanı sıra 2.Abdülhamid’in ölüm yıldönümü. Siz de duâlarınızı esirgemeyin, gerekli gereksiz herkesi anıyoruz, onu anmayalım, onun bizden tek beklediği bir Fâtihâ. Mekânın cennet olsun Ulu Hâkan!

 

"Adâlet mülkün temelidir."

Adâlet. Yâni hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi. Mülk. Buradaki anlamıyla düzen, devlet, din. Adâlet yoksa düzen de yok, devlet de yok, din de yok, millet de yok, insan da yok. Ömer bin Hattab (Hz.Ömer) işte böyle büyük bir önem atfediyor adâlet kavramına. Adâlet, toplumu mutlu etmek, farklılıklarına rağmen insanların bir arada barış içerisinde yaşamasını sağlamak, herkesin düşüncesini özgürce dile getirebilmesini temin edebilmek için kilit rol oynuyor; ama her yönetici Ömer bin Hattab gibi âdil değil, dolayısıyla adâlet isteyen çoğu zaman baştakileri âdil davranmaya mecbûr bırakmak için çetin bir mücâdele vermek zorunda. Peki bu mücâdeleyi nasıl vermemiz gerektiğini ne kadar biliyoruz?

Geçtiğimiz günlerde, yarın adâlet dağıtacak olan hukuk öğrencileri, sosyal medya üzerinden başlattıkları bir hareketle haklarını aradılar. Marmara Üniversitesi öğrencilerinin daha önce yaptığı ve bir hayli etkili olan hareketten esinlenen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencileri, Twitter üzerinden seslerini tüm Türkiye'ye ve belki de çok daha uzak diyarlara duyurdular.

İstanbul Hukuk öğrencisi olan bilir, dünyâdaki en iyi 150 okul arasına girmiş bulunan okulumuz, bize sorun çıkarmada birinciliği hiç kimseye bırakmaz. Bilmeyenler için birkaç sorun sayalım: Öğrenci sayısının çokluğu, yüzlerce kişilik amfilerde dahî yer bulamama sorunu, yer bulan "şanslı" azınlığın havasızlıktan ölme tehlikesi geçirmesi, başını öğrenci işlerinin çektiği eşi benzeri olmayan bir bürokrasi, düzenli olarak ve "Biz daha karmaşığını yapana kadar en karmaşığı bu!" düsturu benimsenerek yapılan sistem değişiklikleri ve daha niceleri...

2009 girişliler bu hareketin başını çekti; çünkü onlar ilk sene dönemlik olarak aldıkları dersleri ikinci seneden îtibâren yıllık almaya başladılar ve bu sistem değişikliği geçen sene bile bizi bir hayli zorladı. Bu sene de artan ders yükü, derslerin hepsinin ağır dersler olmasına mevzuattaki köklü değişiklikler de eklenince öğrenciler çok zor bir sene geçirdi. Mağduriyetlerin giderilmesi için Twitter üzerinden "İstanbul Hukuk Adâlet İstiyor" sloganıyla bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya, mağduriyetlerin giderilmesi için bu seneye mahsus "ek sınav" talebi çevresinde yoğunlaştı ve öğrenciler ek sınavı geçici bir çözüm olarak taleb ettiler. Bunun yetersiz olduğu çok açık. Öğrenciler sâdece kendilerini ilgilendiren sorunlar hakkında öneride bulunup okuldaki diğer sorunlara bir çözüm üretmedikleri gibi birçok soruna değinmediler dahî. Herkesin kendine adâlet istemesi ayrı bir mevzû, ek sınav talebi ise geçici bir çözüm olmasına rağmen hepimizin mağduriyetini gidereceğinden büyük destek gördü; ancak saatler geçtikçe yaşanan rahatsız edici hâdiseler benim gibi birçok kişinin desteğini geri çekmesine sebeb oldu.

Hukukçular olarak bilmemiz gereken çok önemli bir şey var: Hakkımızı savunurken karşımızdakine hakâret edersek haksız duruma düşeriz. O akşam tam da bunun örneklerini gösterdik İÜHF öğrencileri olarak. Başta seviyeli olan eylem bir süre sonra çirkinleşmeye başladı, kimi öğrenciler doğrudan kişileri hedef alarak hocalara hakâret ederken,kimisi de dersi aldığı kürsüyü topa tuttu. Emînim bu durum bize emek veren hocalarımızı çok üzmüştür, bu üzüntüsü yine twitter üzerinden dile getirenler de oldu zâten. Karşıdaki insana hakâret etmenin yanlışlığının yanında, hocalara hakâret etmede vahim bir mantık hatâsı var. Velev ki tüm bu hakâretlere rağmen eylem başarılı oldu ve ek sınav hakkını elde ettik. O sınavı hazırlayacak ve notlandıracak olanlar da yine bizim hakâret ettiğimiz hocalar olacak ve şahsen eğer bana karşı böyle bir muamele olsa ek sınavda öğrencilerin canına okurdum.

Kaldı ki bu seneki sınavlar hakkında hocalara çok büyük haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Bütünlemeler için aynı şeyi söyleyemesem de bütün kürsüler final sınavlarını kolay yaptıkları gibi bol da puan verdiler, en azından 3. sınıf dersleri için bunu söyleyebilirim. Hakâretlerden başka iyi organize olamadığımızı gösteren başkaca hâdiseler de yaşandı. Twitter dışişleri bakanlarından sanatçılara, sporculardan konsoloslara herkese kolayca ulaşmayı sağladığı için destek isterken ayârı tutturamayan arkadaşlarımız oldu. Levent Üzümcü, Gülse Birsel gibi isimler neyse, onlar az çok bu konularda destek vermeye çalışan insanlar; ama Hilâl Cebeci'den destek istemek nasıl bir laubâliliktir? Hilâl Cebeci mi yönetimin bizim lehimize karar almasını sağlayacak? Adriana Lima'ya destek mesajı atan arkadaş, hanımefendinin havuzlu bahçede yapacağı bir defîleyle eyleme dikkat çekmesini mi amaçlamıştı?

Dahası, zamanla maksadını aşmış olmasına rağmen iyiniyetle başlatılmış bu hareket, başından beri bâzı öğrencilerin baltalamalarına mâruz kaldı. Kimse tüm İÜHF öğrencileri bu eyleme destek vermek zorunda demiyor; fakat biz hakkımızı ararken bazı arkadaşlarımızın bu kampanyayı ti’ye alan mesajlar attığını görmek bizi üzdü; hem hareket hem de insanlık adına...

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da sosyal medya kullanarak devrimler yapılıyor, yarım asırlık diktatörlerin hükümranlıklarına son veriliyorken, bu kadar güçlü bir silâhı kullanıp amacımıza ulaşamamızın sebebi, bu işi usûlüne uygun yapmayışımızdır. Arap Bahârı'na karşı bizim yapabildiğimiz bir iki gazeteye haber olmaksa bu züğürt tesellisi dahî olmamalı bizim için. İstanbul Hukuk Adâlet İstiyor Hareketi sonucu elde edilemeyen ek sınav hakkını elde etmek için okul koridorlarını aşındıran 'Cesur Yürek' arkadaşlarımız var hâlâ, onlara tavsiyem geçmiş tecrübelerden ders alarak bu sefer işi usûlüne göre yapmaları. Zîrâ eğer böyle yaparlarsa muvaffak olacaklarına olan inancım tam.

İstanbul Hukuk Adâlet İstiyor eyleminden çıkarılacak dersler çok, sâdece öğrenciler açısından değil tüm toplumu ele alan sosyolojik tahliller yapılabilir: Sosyal medya çok güçlü bir silah, kullanabilene; adâlet istemek trafikte küfür etmekten farklı, sesinin yüksek çıkması insanı haklıyken haksız duruma düşürebilir; insanımız kendisini ilgilendirmeyen sorunlarda adâlet istemiyor ve sunulan çözümler günü kurtarmaya endeksli.

Gönül isterdi ki bu eylemde Çevik Kuvvet'in okulumuzda kadrolu eleman hâline gelmiş olması da eleştirilsin, gönül isterdi ki Müslümanı ve Müslüman olmayanı el ele verip Cumâ Namazı saatinde sınav olmasını -bu sınavı yapanın İnsan Hakları Hukûku Kürsüsü olması da yurdum insanını yurdum insanı yapan ironilerden- eleştirsin, gönül isterdi ki sağcısı solcusu bir araya gelip olmayan klüp odaları hakkında çözüm üretsin, Hukuk Okulu'nda ifâde özgürlüğünün kısıtlanmasına bir dur desin.

Sanırım İstanbul Hukuk önce adâletin ne olduğunu ve nasıl isteneceğini öğrenmeli. Sanırım insanımız sâdece kendi istekleri yerine getirildiğinde adâletin sağlanmadığını öğrenmeli.

 

Birazdan yazacaklarımın benim kalemimden çıkıyor olması, beni garib duygular hülyâsında uzun bir yolculuğa mecbûr bırakıyor. Diyorum ki kendime, nedir bu kadar önemli olan, neden bu kadar kızıyorsun? Sen değil misin ki uzun süredir eline televizyon kumandası almayan, sen değil misin insan zamânın en büyük düşmanı olarak bu tek gözlü deccali gören? Benim için böyledir gerçekten de, televizyon karşısına geçilip yayılmayı, ömrümüzün değerli saatlerini "zaplamayı" insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri olarak görürüm. Hiç mi televizyon izlemiyorum? İzliyorum elbet, televizyon izlemesem de internet üzerinden görsel medyayı tâkib ediyorum; ama diziler ve  daha sonrasında dizilerin tartışıldığı programlarla vaktimi hebâ etmiyorum.  Ve hep de kızarım ömrünü dizilerle hebâ eden insanlara. Nedir bu dizi dediğiniz şey, kim neyi diziyor? Önümüze olmayan hayatları dizip onlara özendirmekten başka ne işe yarıyorlar?

Peki ya şimdi? Bir dizi yayından kaldırıldığı için üzülmekler, diziyi yayından kaldıran kanalı boykot etmekler de neyin nesi? Evet, günlerdir ahvâl ve şerâitim budur. Yalnızca bir dizinin arkasından üzülmek değil benimkisi, yıllarca dizileri, "televizyon dizisi" kavramını mümkün olan her platformda yeren birisi olarak bu hâllerimden sonra doğal olarak insanların yüzüne bakacak yüzüm kalmadı. Sonra dedim ki bu işte bir başkalık var, ben dizi yayından kaldırıldı diye üzülecek adam değilim! Bir boşluk, bir arayış, bir kendinden utanış! Aynalar, aynalar bile bana düşman! Ne yapmalı, bu bunalımdan, bu ikilemden nasıl çıkmalı? Bir yolu, bir çözümü, bir cevâbı olmalı! Vardı da elbet, hattâ cevablar cevablar...

Cevab basitti: benim üzüldüğüm bir dizinin yayından kaldırılması değildi; zîrâ yayından kaldırılan bir dizi değildi. L&M idi yayından kaldırılan. Bir İskender babası vardı meselâ, Baba İskender. Baba gibi babaydı da hani, Mecnun'u kenara çekip aşk ile ilgili iki kelâm ettiğinde aslında hepimizi kenara çeker, hepimize unutamayacağımız bir hayat dersi verirdi. Dostluğu anlatırdı bize; çünkü dostluğu en iyi o bilirdi. Nasıl bilmesindi? Dostluk ettiği adam dünyânın en şimbilli insanı, anasının gözü Baggal Erdal'dı. Fırsatını bulsa kendi ciğerini satıp baralar baraları yüs yüs yüs iki yüs yüs yüs iki yüs diye sayma potansiyeli olan, insanlıktan nasîbini almamış, bıyıkları çekecise baggalla dostluk yapabilen bir adam İskender B. Ve Erdal için yataktan kovulmaya, 3 dede 4 adam 1 Azrâil ile aynı yatağı paylaşmaya değecek bir dostluk. Çünkü o dostluk doğumhâneden gelen kötü haberle yıkıldığında yaslanabileceği tek omuz. Hırsız Yaviz'i unuttuk sâhî, müzmin âşığımız. Belki tek bir mevsimi sevemedi, gerçi izin verseler severdi de, kursağında bıraktılar zavallının. Sonbahar Eylül'de ânî gelen yağmurlarıyla sırılsıklam etti H.Yavuz'u, düşene bir de İlkbahar vurdu Nîsan rüzgârlarıyla. Ama yılmadı Yavuz, sevdi. Sevilmese de sevildiğini sansa da kendinden ödün vermedi, çiçekler aldı sevdiceğine, şiirler okudu. Günümüz erkeklerine bir şeyler göstermek ister gibiydi. Dede vardı sonra dede. 1 tâne mi dersiniz? Olur mu hiç, 3 tâneydiler: Az sakallı, ak sakallı, dost sakallı. Dedeler dedeler. Birisi aşk çölünde kalana İsviçre çakısından değerli,  diğeri Dünyâ Edebiyatı'nın incisi. Az sakallı dede de L&M'nin tuzu biberi haciii.

İsmâil abi. Hoooooop! Ayrı paragraflara paragraflara lâyık. Onu kendi dizisine layık görmeyen kanalın "ağzından çıkanla kulağının dediğinin duyduğunu ben bi kere olsun artık Allah aşkına farkına var bildiğin lafı konuşurken ya." Ölüm var hayatta, ayrılık var, ihânet var, at var. Üzüntünün her türlüsü var. Peki ya beklemek? Gelmeyeceğini bile bile sevgiliyi beklemek? Gelmeyecek bir gemide gelmeyecek bir babayı kendine gelememecesine beklemek. Bize aşkı, aşk acısını öğretecek çok adam vardır belki; ama böylesine beklemeyi başka kim anlatabilirdi? Beklerim diyip de var mı bekleyen, İsmâil abi gibi? Hayır yol + yemek + sigorta yoksa boşuna beklemeyelim hacı, sigorta önemli.

Leylâ'yı Leylâ yapan Mecnun'un aşkı, Mecnun'u mecnun yapan Leylâ'nın özlemi. Onları L&M yapan İskender Babası, İsmâil Abisi, Yavuz'u, Şimbilli Erdal'ı, dedeleri, gözlüklü çocuğu, Melül'ü, Arda'sı, kafasında orman yetiştiren lastikçi Ömer'i, Kubilay-lay-lay'ı, altyazılı Leylâ'sı, kutupayısı, Kireçburnu Çakalları, Nadya ile İvan'ı, Metonya'sı, doktoru, çekip giden annesi, Şekerpâresi, kıvırbaşı, hor-hor sesli Nîsan'ı, Orhan amcası, eriği, inciri, üzümü, mısırı, atı...  Ve öyle bir şey idi ki bizim Leylâ ile Mecnun, ne Leylâsı'ndan ne Mecnunu'ndan sözetmeye gerek bıraktı.

Şimdi sorarım size ey dostlar; ne yapacağdık, diğerlerinin dizi olduğu yerde L&M'ye de mi dizi diyacağdık? Ah be L&M, keşke sen de diğerleri gibi dizi olsaydın da rekor reyting oranlarınla reyting yüzünden yayından kaldırılmasaydın.

Online dergiler Online dergiler