Kültür-Sanat Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Little_Miss_Sunshine.jpg

Neredeyse her Amerikalı gibi kafayı ‘başaran-başaramayan’a takmış bir baba; kocasının bir ‘kazanan’ olmasını sabırla bekleyen ve bu arada -hemen her kadın gibi-  ailenin birlik ve de beraberliğinden sorumlu elemanı bir anne; kadın ve uyuşturucu müptelası hatta bu nedenle de huzurevinden şutlanmış bir acayip dede; savaş uçağı pilotu olana dek konuşmama yemini etmiş Nietzsche hayranı liseli bir oğul; en büyük amacı ‘bir güzellik yarışmasında birinci olmak’ olan evin minik ‘cimcime’ kızı; ve bu ailenin -mecburiyetten- yeni elemanı, intihardan yeni çıkmış Proust uzmanı eşcinsel bir dayı..


Şu saydığım, neredeyse karikatür  tiplerden ibaret tüm bireyleriyle, Amerikan Rüyası denen meşhur nimetten pek yararlanamamış bu aile; evin küçük kızını, bulundukları yerden ülkenin bir başka ucunda düzenlenen "Little Miss Sunshine" yarışmasına acilen yetiştirme göreviyle karşı karşıyadır. Bu göreve pek de istekli yanaşmayan, baştan aşağıya problemli aile bireyleri, şartların zorlamasıyla,mecburi bir yolculuğa çıkmak üzere en az aile kadar arızalı bir minibüse doluşurlar.


 Filmi izlemeyen biri yukarıda başlangıcı anlatılan bu eğlenceli hikayeden kötü bir film çıkmasının zor olduğunu düşünebilir; ancak bugüne dek ne şahane senaryolu, nice kötü filmlerle karşılaşmış biri olarak izlediğim bu samimi filmden sonra yüzümde ‘samimi’ bir gülümseme kaldı.
                                           
Aslında hüzünlü, ancak tuhaf bir şekilde de komik başlayan ve aynı hüznü içinde barındırarak gelişen bu eğlenceli/heyecanlı öykü; yarattıkları tiplerinin hakkını veren oyunculuklarla ve elbette onların başarılı yönetimiyle, izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Hatta filmin finaline doğru artık o aileden biri oluyorsunuz.


"Aile bireylerinin, yaşadıkları iyi, -daha çok da- kötü bir takım olaylar sonucunda kenetlenip, sevgiyle zorlukları yenmeyi başarmaları" bâbında bir ana motifden yararlanan filmimiz, haliyle çok yeni ya da bilinmeyen bir şey anlatmıyor.

 Hal böyleyken, bu filmin çekiciliğini sağlayan unsur; orijinallik kaygısı olmadan, belki de hepimizin başından geçebilecek sıradan bir öyküyü, hiç de sıradan olmayan çarpıcı ögelerle süsleyip, önümüze koymasıdır.

 Çocuktur, ailedir, sevgidir falan derken, sakın filmimizi hafta sonları televizyonun gündüz kuşağında gösterilen  o ‘naif’ Amerikan aile filmleriyle karıştırmayın. Aksine bu yapıt, tam da oradaki geleneksel Amerikan ailesine ve onlardan oluşan muhafazakar/ikiyüzlü topluma, -komediyle karışık- sert bir eleştiri getirmekte; ve bunu yaparken de tüm "abartılı" görünüşüne karşın gayet inandırıcı olmaktadır.

"Kaybeden; kaybetme korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir. Deneyen kişi 'kaybeden' değildir."


Kanımca, ‘Ermemiş’ dedenin torununa söylediği bu özlü söz, pek ciddi görünmeyen bu ilginç yol hikayesinin vermek istediği en ciddi ve önemli mesaj idi.

 Ayrıca -tüm ağır aile eleştirisine rağmen- filmin sonunda kişiyi düşünmeye sevk eden; "kaybeden de olsan, önemli olan içinde yer alabileceğin bir ailenin olmasıdır" ana fikrini de unutmadan buraya iliştireyim.

 

OKUMAK, YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE

Arthur Schopenhauer denince ilk akla gelen, bu öfkeli filozofun, ardılı Nietzsche’yi ne kadar etkilemiş olduğudur.

Felsefe tarihinde önemli bir kırılmaya yol açan bu etkinin yanı sıra, günümüzde de geçerliliğini yitirmeyen din ve aşk üzerine kimi düşünceleri ve münzeviliği de Schopenhauer’a ayrıcalıklı bir konum atfetmek için yeterli sebepler.

Fakat filozofun başka bir özelliği daha var; edebiyatçılar tarafından en çok sevilen filozoflardan biri oluşu. “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı kitap, onun edebiyatçılar tarafından niçin önemsendiğini gösteren metinlerden oluşuyor. Schopenhauer’ın acıyı bilgiye dönüştürme argümanı, bu kitapta da işlerliğini koruyor. Yazılardaki filozof titizliğine sanatçı sezgisinin eklenmesine yol açan da bu olsa gerek. Kitaptaki yazıların sonuna, Schopenhauer’ın hangi yapıtlarında yer aldıklarına dair birer dipnot konulsa yol gösterici olurmuş.

 Çevirmen Ahmet Aydoğan da dile daha çok özen gösterebilirmiş. Yine de, bu sıra dışı filozofun okumak, yazmak ve düşünmek üzerine notlarının her okur-yazarda bulunmasında fayda var.

İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Can Sıkıntısı Ve Istırap

Yazar bu iki ideolojiyi insanlığın  yaşamı boyunca temel sıkıntısının olduğunu ifade eder. Kitapta yaşamanın ve zamanın nasıl harcanılması, nasıl kitap okunması ve nasıl yazılmalı sorularını bir bir ele alır.

Ona göre akıllı insan münzeviyane hayatı seçecek ve eğer büyük bir ruhu varsa yalnızlığı seçecektir. Çünkü vaktini diğer insanlarla harcayan insan kendisini tanıyamayacak ve içinde var olan esas mutluluğu, kavrayamayacaktır. Dâhiyane kişilerin de yalnızlığı seçmelerindeki  sebep budur. Yelpazenin diğer ucundaki kişiler topluma ne kadar karıştıkça, ne kadar sosyalleşirse, kendisinden uzaklaşacağını ve kendisi uzak durmaya çalıştığı şey haline geleceği kesindir. Herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakılacağı gün sahip oldukları o gün ortaya çıkar ve bu insanlar kendi karakterleri altında inim inim inler. Zaman kavramının ne denli önemli olduğu ve bunun boş eğlencelerle harcanmaması gerektiğini sık sık vurgular.

Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Mutluluğun kaynağını ne kadar çok kendinde bulabiliyorsa o kadar fazla mutlu olacaktır. Sefalet ve ıstırapla dolu dünyada insanın içindekileri dışındakine feda etmesi, sükûnetin boş vaktin ve bağımsızlığın bütününü ya da büyük bir bölümünü, makam zevki, şan, şöhret, unvan ve ihtişam için kurban etmesi muazzam bir budalalık örneğidir. Sahip olduğu kuvvetlerin asıl amacı onu etrafındaki kötülüklere karşı mücadelesini sağlamaktır. Can sıkıntısının en büyük kurbanlarını ise sefil ve bedbaht durumda olan yüksek sınıfların olduğuna inanır.

Yazar üç mümkün haz kaynağı belirler:

-hayat gücü hazzı: yeme, içme, uyuma, dinlenmenin zevki. Bunu ulusal ve ayıt edici haz olarak tanımlıyor ki fikrimce bunlardan ödün verebilecek kişilerin dâhilerin olduğunu savunacaktır.

- adele gücü hazzı:  yürümek, koşmak, dans, etmek, ata binmek, zaman zaman spor biçimine  bürünürler kimi zaman ise askerlik hayatının ve savaşın bir parçası olurlar.

-duygu ve duyarlılık hazzı: temaşa, düşünme ,duygulanma, veya şiir, kültür, müzik, öğrenim okuma vs.

Diğer taraftan yazar insanlığı iki tabloya bölüyor: bir taraftan kişisel mutluluğun küçük ve önemsiz şeylere, sefalete adanmış, çaba ve mücadelenin sonunda bu hedeflere ulaşır ulaşmaz can sıkıntısının doğurduğu insanın yüzüstü bırakıldığı iflah olmayacak bir hayat. Diğer taraftan; düşünce bakımından zengin, hayat ve anlam dolu bir yaşam süren, bunlara vakit bulacak, her fırsatta kıymetli ve  değerli amaçlarla meşgul yüksek bir zihni kudrete sahip bir insan.

Ruh zenginliği yegâne hakiki zenginliktir, çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük dert ve belaları getiririler. Bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olanlara sahipse, diğer insanlardan o kadar az şey bulabilecek ve onların haz duydukları yüzlerce şeyi yavan ve sathi bulacaktır.

Philister denilen kimse zihinsel ihtiyaçlarını ve dolayısıyla zihinsel zevklerinin olmadığı yegâne sevginin çabuk tükenen duyumsal türden olduğu  kimsedir. Onun için hayatın hedefi bedensel faaliyetlerini katkıda bulunacak ne ise onu elde etmektir. Hayatın bütün lüksleri başına yağsa o kaçınılmaz olarak bundan sıkılacak ve çaresini ise kuşkusuz çaresini ise toplar; tiyatrolar, partiler kâğıt oyunları, kumar, atlar kadınlar içki, seyehat ve daha bir yığın benzerleri. Fakat bütün bunlar  kendisinde doğacak sıkıntısını gidermeyecek çünkü zihinsel zevki yoktur. 

Bütün bunlar onun zihinsel ihtiyaçları olmayan bir insan olmasının sonucudur. Budalaların başına gelen en büyük bela fikirlerle değil de gerçekliklerle uğraşmasından kaynaklanmaktadır.  Fakat bu gerçeklikler  tehlikelerle dolu ve uzaktadır. Düşünce dünyası ise sınırsız ve sakindir. Sonuç olarak yazar felsefeye adanmış bir hayatın en mutlu hayat olduğu sonucuna varır.

Okumak ve Kitaplar Üzerine

Yazara göre; okumak kişinin kafasının yerine  bir başkasının kafasıyla düşünmesidir.

“Okurken bir başkası bizim için düşünür. Kendi düşüncelerimizle meşgulken kitap okumak bizi rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz bir başkasının oyun alanı haline gelir. Bu sebeple çok okuyan ve düşünmeksizin zaman geçiren kimse, zamanla kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder.”

Birinin ne kadar fazla okursa okuduklarından o kadar az izler kalacağına inanan yazar beyni üstüne sürekli yazılar yazılıp silinebilen bir tablete  benzetiyor. İnsan midesindeki besinlerin ancak beşte birinin hazmedileceği gibi çok fazla okumanın insana kendi düşüncelerini kaybettirmekten başka bir şey yapamayacağını söyler.

“Okuyarak edebi bir üsluba  sahip olunmaz ancak bu nitelikler bizde varsa bunu okuyarak nerede ve ne zaman kullanacağımızı öğreniriz. Sadece okuyarak üslup edilmez bu taklitten öte bir şey olmaz.”

 Yazar kötü romanları sadece para ve mevki için yazılanları ile onları zaman zaman sadece meşhur olduğu için de olsa okuyan bizleri sert bir dilleeleştiriyor. İyi olanı okumak için, kötü olanı hiçbir zaman okumamayı düşman edinmeli insan çünkü hayat kısa. Kitabın iki kere okunmasından yana olan yazar kitapta bu tavsiyesinin verirken; ikinci defasında ruh halinin farklı olmasından kaynaklanan farklı izlenim ve yeni ışıklara kapı açacağını savunuyor.

Yazarlık ve Üslup Üzerine

Yazarlığı genel olarak ikiye ayırıyor:

1. Ele aldığı konu için yazanlar: Bunlar paylaşmaya değer görünenleri yazar ve daha çok tecrübe ve bilgiye sahiptirler.

2. Yazmak için yazanlar: Para için yazarlar dolayısıyla doğru yanlış ayırımı yapamazlar. Açıklılık ve sarihlik bunlarda eksiktir.

Telif hakkının korunmasının edebiyatının bir yıkımı olduğu görüşünde olan yazar, aslında edebiyatın bu vahim durumunun tek sebebi olarak para için yazmayı gösteriyor. Bunun diğer bir sonucu ise dilin yıkımı.

Bir başka bakımdan üç tür yazardan bahsediyor: Birinci türde düşünmeksizin yazanlar. Sayıca kalabalık olan bunlar hafızalarındaki veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların kitaplarındakini yazarlar. İkinci kümede ise yazarken düşünenlerdir. Sayıları oldukça kalabalıktır ve yazmak için düşünürler. Üçüncü küme ise yazmaya başlamazdan evvel düşünen kimselerdir ki sadece düşündüklerini yazarlar ve çok nadirler.

Genel olarak yazar, içi boş sözü gereksiz yere uzatan hantal, tumturaklı üsluplu sadece yazmak için, para, mevki, şan için yazılan kitapların içeriklerini çok boş bulur ve bu boş safsataların asla okunmaya değer olmayacağını açıkça belirtir.

Bir yazar malzemesini doğrudan  kendi kafasından, kendi müşahedesinden, çıkarmadıkça okunmaya değer değildir. Derlemeciler, tarih yazıları, vs. bunlara örnek olarak verilebilir. Başlığın etkileyici olması, gizli anlamlara gebe veya mümkünse içeriği tek bir sözcükle anlatmalı.

Bir kitap yazarın düşüncelerinden fazlasını taşımaz. Okunmaya değer bir yazarın üstünlüğü yazarın malzemeye bağımlılığı ile ilgilidir. Ne kadar az borçlu o ise o denli büyüktür. Yazmadan önce düşünmenin önemi büyüktür tıpkı yürümeye yardımcı olan baston gibi. Yazarın üslubu onun nasıl düşündüğünün ve onun düşüncelerinin genel niteliğinin tam bir yansımasıdır. Yazar üslubu fikirlerin şekillendiği hamura benzetir.

Birçok anlama sahipmiş gibi görünen, hiçbir faydası olmayan tumturaklı üsluplu yazarları ve bunları okuyanları kınamıştır. Buna karşılık fikirce zengin bir yazar ise okuyucularının güvenini kazanır ve bu akıllı okuyucuya yazarı dikkatli bir şekilde takip etme sabrı verir.

Somut yerine daha soyut kelimeler kullanılmasını ise bu yazarların arka kapısı olduğunu zikrederek bunları gülünç bulur. Sohbet tadında yazanlar da anlaşılmayı güçlendirir.

 Ve ona göre küçük bir düşünceyi anlatırken çok kelimeler kullanılmasını vasatlığın eseri olarak görür Schopenhauer.

Düşünmek Üzerine

Bilmediği şeyi düşünemez düşünmediği şeyi ise bilemez.  Okumak ve iğrenmek irade ile yapılır ancak düşünmek o konuya olan ilgi ve merakla ortaya çıkar. Bir insan ancak kendi düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır. Aksi halde sürekli okumak bu sayede kendi düşüncelerini kaçırmasıen büyük günahtır. Bilgiyi herhangi bir kitaptan hazır elde etmek yerine ona düşünerek ulaşmış ise bin kere daha kıymetlidir. Daha sonra ise bu bilgi onun uzuvlarından biri haline gelecektir. Kendi kendine düşünebilen insan zihni kazanımlarını son safhaya ulaşmıştır.

 

 

(B) şehrinde yaşayan Bay (A), (C) üniversitesinin hukuk fakültesinde öğrenim görmektedir. Kanun metinlerinin kasvetli Türkçesi boğucu gelse de, hemen vazgeçmez. Tahayyül ettiği üniversite ortamını bulamayınca, kendisi kollarını sıvar; ancak istisna, bürokratik kaideleri bozamayacaktır. Kâğıdın oduna en yakın hâli kalın kitaplar karşısında giderek 'fransız' kalmaya başlayan öğrenci, seneler ilerledikçe amfi yığınına karışır ve varlığı paranteze alınan bir sistem ürünü haline gelir. Fakat umudun pamuk ipliği hâlâ kopmamıştır.

Yasal Uyarı: İğne ve çuvaldız içerir.

*

Senaryo & Yönetmen: Said Doğrul

Görüntü Yönetmeni: Emrullah İkiz

Kurgu & Montaj: Ahmet Gündoğan / Barış Turan

Sanat Yönetmeni: Taha Dikici

Görsel Efekt Tasarım: Ahmet Gündoğan

Yapım Koordinatörü: Musa Kama

Seslendiren: Said Doğrul

Teknik Danışman:Oğuz Uysal

Süre : ~24 Dakika

Yapım : 2013, Türkiye

*

Oyuncular : 

Said Doğrul / Ferhat Temurkaynak / Musa Kama / Taha Dikici / Utku Uçar / Yakup Şeremet / Melik Kaya / Esra Baralı / Burcu Manav / Mihrican Can / Yusuf Sidar Şahin / Selman Süleyman Sahun / Oğuz Uysal / Ayşenur Halıcıoğlu / Zeynep Akın / Çiğdem Duran/ Özlem Çavuşoğlu / Ali Osman Altundaş / Nihan Malkoçer / Veysel Güvercin / Ayşegül Özgen / Zehra Gürel / Tuğçe Funda Korkmaz / Demet Dilek / Hilal Su / Elif Öztenekeci / Emin Gülaçtı / Mina Tomaç / Hüseyin Yalçınkaya / Pınar Köse / Öykü Aygün / Gülcan Cangür

***

Bay [A] / 1. Fragman

*

Bay [A] / 2. Fragman

Bay [A] / 3.Fragman

Ali Şeriati’nin yaşamına bakmadan önce kısaca yaşadığı dönem İran’a bakmak gereklidir.

Kısaca döneme bakış…

1925-1979 İran Pehleviler Dönemi

  1925 Aralık ayında bir darbe ile yönetimi devirerek Rıza Şah Pehlevi tahta geçer.Tepeden inme bu darbeye aristokratlar, asker, arazi sahipleri ve bürokratlar destek verirken, dini liderler, yerel halk ve orta sınıf tepki gösterir. Darbe özellikle batılı güçlerin daha çok İngilizlerin etkisiyle gerçekleşmiş, Şah tahta onların etkisiyle geçmiştir.

  Rıza Şah batılı bir rejimi ideal olarak görür. Hatta dönem itibari ile Atatürk’ü örnek alır, aynı dönemlerde bu amaçla Türkiye’yi ziyaret eder. Ancak İran’da İslami unsurların daha etkili olması nedeniyle bu konuda Atatürk kadar başarılı olamamıştır.

  Rıza Şah kendi döneminde iken, Batılı eğitim sistemine çok önem verir, Batı’da eğitim zorunlu hale gelir, kadın-erkek ortak eğitim görme ortamı oluşturur. Medreseler ve dini okullar üzerinde baskı ve yasaklama yoluna gider. Kadınların örtülerine de el uzatılır. Ulema statüsünü kırmaya çalışır.

  Sonuç olarak Şah Rıza dönem itibari ile bir kesimi eğitim yoluyla laikleştirmiş, bir kesimi baskıya rağmen köklerinden kopartamamış ve toplumda bir bölünme oluşturmuştur.

  Şah Rıza’dan sonra 1941 senesinde yerine Muhammed Rıza Pehlevi gelir, babasının mirasını devralır. Ancak yeni bir formül bulmuştur; baba açık aşikar Batılı bir yöntem sunarken oğul Pehlevi İslami kesimi ve halkı kandırmak amacıyla kendisini daha dindar göstermek üzere kendisiyle ilgili kıssalar, rüyalar uydurma yoluna girer, sık sık konuyla ilgili makaleler kaleme alır, hatta bu rüyalara Hz. Ali Ve Hz. Abbası’ı da dahil eder. Bunların yanı sıra, devlet dairelerini yönetime hizmette kusur etmeyecek şekilde organize etmek, asker eli ile halk üzerinde baskı kurmak, Savak* ile iş birliği içinde bunları planlamak gibi görevleri de üstlenmiştir.

Savak*: 1957 yılında Amerika yardımı ve desteği ile kurulan İran’ın derin devlet yapılanmasının gizli haber alma teşkilatı bir nevi rejim koruyucu organizma . Marksistler, öğrenciler, entelektüeller ve dindarlar Savak ajanlarınca sürekli izlenmektedir. Ve zaten Şeriat’nin şehadeti de bir Savak işidir.

  Pehlevi hanedanı- İran’ı ABD’ye muhtaç bir hale getirmek, petrolün kaderini Batılı güçlerin eline bırakmak, gelir eşitsizliğini sağlamak, laikleşmek gibi eylemlerin baş faili olmuş, bir nevi karşısında durdukları İran İslam devriminin zeminini oluşturacak ortamı da hazırlamışlardır.

  Ayrıca Şah hanedanı bunları gerçekleştirirken aynı dönem de İran’da yönetime ters çalışan dini guruplar oluşuyor, bu guruplardan işleyeceğimiz Ali Şeriati ve devrimin son ayağı Humeyni gibi isimler de bireysel olarak ortaya çıkıyordu.

Ali Şeriati 1933-1977

Yaşamı

  Müslüman-ideolog,İran İslam Devriminin zeminsel hazırlayıcılarından.

  Ali Şeriati,1933 yılında İran’ın Mezinan köyünde doğmuştur. Babası Muhammed Taki Şeriati tanınmış bir alimdir. Şah rejimine muhalif bir isimdir. İslami Gerçekleri Yayın Merkezi Üstad’ın görüşlerine ilgi duyan bir gurup tarafından kuruldu. Bu merkezin amacı; Kuran’a dönüş, sünneti ihya, bidat ve hurafelerden ayrıştırma, dış düşman karşısında Müslümanların birliği, saldırılara karşı İslam’ı sağlamlaştırma, ayrıca İran Milli Mukavemet Hareketi üyelerinden biridir (zaten Üstad Şeriati ve Ali Şeriati bu hareketin içinde bulunmak nedeniyle tutuklanmıştır)

  Ali Şeriati, ilkokul eğitimini köyde alır. Lise eğitimi için şehre Meşhed’e gider. Okul derslerine karşı soğuk, kendi bildiği biçimde okumalara yönelik faaliyetlere yönelir. Daha 13 yaşında içindeki düşünce fırtısında felsefeye yönelişini ve bu tür fırtınalardan Mevlana’nın Mesnevisi ile çıktığını anlatır. Zaten kendisi felsefeye olan ilgisinin hep farkındadır ancak ülkesinin, insanlarının ve en başta İslam’ın sorunlarına felsefeden çok sosyoloji ile cevap bulacağına inandığı için bu alana yönelmiştir. Yine kendi kaleminden ‘ başlangıçta siyasi bir hareket içinde olmadığını daha çok tasavvufi kaynaklara yöneldiğini ancak siyasi yönelişinin bir gereklilik gereği ortaya çıktığını ‘ yazar.

  Öğretmen okuluna başladığı yıl Allah’a İtaat Edenler gurubuna katılır. Bu dönemle birlikte mücadele artık başlamıştır. Hem Şah siyasetinin hem de Tudeh Partisinin(Rusya’nın etkisiyle kurulmuş, Marksist ideolojiyi benimseyenlerin partisi) aleyhine çalışmaları ile bu dönemde tanışır. 1952 yılında, 19 yaşında iken, Marksist bir öğretmeniyle tartışması sonucu ilk tutuklanması gerçekleşir. Ailesi bu olayı ancak yıllar sonra öğrenir. Aynı yıl babasının önerisiyle Ebu Zer kitabını tercüme eder. Aynı yıl öğretmen okulundan mezun olur. Ve öğretmenliğe başlar.

  1955 yılında Meşhed İnsani Bilimler Fakültesi Edebiyat Fakültesine girmek ister ancak memurların bu eğitimi yasaklanmıştır. Önce öğrenci olmadığı halde derslere katılır sonra ‘ memurun öğrenci olması yasağının kalkması ‘ ile burada eğitimine devam eder. Eş zamanlı olarak radyo programları yapmaktadır. Şiire yönelir. Aynı zamanda Milli Mukavemet Hareketi toplantılarına katılmaya başlar. Hükümetin bir işi olarak babası ile birlikte bir çok isimle birlikte bu toplantılara katılmak nedeniyle 2. tutuklanma gerçekleşir. Bu sadece bir tutuklanma değil aynı zamanda ilk işkence gördüğü tutuklanmasıdır. Bu tutuklanmalardan sonra rejim, pişmanlık mektubu yazan herkesin affedileceğini açıklar, tutuklar bunu kabul etmez, bu esnada Ali’yi gözlerini bağlayarak tutukluların görebileceği bir yere getirip, saymaya başlarlar. Bu şekilde bir idam gerçekleşeceği süsü vermeye çalışırlar durumu gören tutuklular, bu tuzağa inanır ve pişmanlık mektubu yazarlar. Ve bu tutukluluk hali son bulur.

  1956 yılında eşi ile ilk kez eşinin de eğitim gördüğü Edebiyat Fakültesinde karşılaşırlar. Tanışma diyalogunu eşi Puran Şeriati’nin aradığı kitapların, Ali Şeriati’de bulunması ve ona ulaştırabileceği olayı oluşturur. Bir dönem arkadaşlık ederler, ardından Ali evlilik isteğini ima eder, Puran Şeriati’nin ailesi daha serbest ve Puran Hanım örtüsüz olmasına mukabil; Şeriati ailesinin dindar ve geleneksel bir aile olması bu girişimde Puran’ın ‘ olmaz ‘ demeleriyle ‘ hayır ‘ cevabı ile yanıt bulur. Ali vazgeçmez 2.5 yıldan sonra her iki aile de ikna edilir ve evlilik gerçekleşir. Ancak Şeriati ailesi örtüsüz bir kadını gelin aldığı için çok eleştirilir.

  1958 yılında evlenir evlilikten bir süre sonra bazı rejimsel kanunlar nedeniyle öğretmen olan eşinin, fişlendiği ve gidip ifade vermesi gereğiyle kendisinin maaşları kesilir. Ayrıca yasa gereği zorunlu yurtdışı eğitim sürecine katılması gerekmektedir.

  1959 yılında hem hocalarının isteği hem de biraz Fransızca bilmesi nedeniyle henüz birkaç aylık evliyken eşini İran’da bırakarak Fransa’ya gider.

  1959-1960 yılları Fransa’ya gidiş, eşinden ayrılış, aynı dönemde eşinin hamile olması, rejim nedeniyle bursunun kesilişi, Fransa’da yalnızlık gibi nedenlerle genellikle bunalım içerisinde ve zor geçer. Bunlar onu yıldırmaz genellikle kendi gibi öğrencilerin kaldığı yerden ise dilini ilerletmek için Fransızların daha yoğun olduğu bir bölgeye taşınmak ister. Aynı dönem yılmaz, çalışmalarına devam eder. Sık sık eşiyle mektuplaşır ve İran’a Mesnevi’yi okuduğu yıllara, o yıllardaki manevi huzura olan özlemini dile getirir.

  Aynı yıllarda ilk evladı İhsan dünyaya gelir, çocuğun ilk resmini görmesi ve eşinin yanında olamaması derin üzüntülere neden olur. Ancak Şeriati boş durmaz. Dönem Fransası faşistlerin Cezayir Sömürgeciliğini övmesi, sol gurupların ise bu sömürüye tepki vermesi karışıklığını yaşıyordur. Şeriati Cezayir Bağımsızlık Hareketi üyeleri ile tanışır.

  1960 yılında İran’a döner, eşini ve oğlunu alıp Fransa’ya geri gelir. Fransa’ya gelişinden sonra bir zenci eylemine katılır ve 3. tutuklanma gerçekleşir. Bu tutuklanma sırasında birlikte olduğu tutuklular ile yaptığı konuşmalar kayda alınır ve yayımlanır.

  1962 yılında annesini kaybeder, cenazeye gidemez ama annesinin 40.günü yasına katılmak üzere İran’a gider. Kara yolu ile Fransa’ya dönecekleri zaman eşinin ikinci çocuğuna hamile olması nedeniyle uçak yolculuğunu tercih ederler, bu ulaşım aracı değişikliği onun Savak tarafından tutuklanmasını engellemiştir.

  Aynı yıl, Avrupa’da İran Milli Hareketi mensubu gençlerin arasına katılır. Yine aynı yıl İran-i Azad dergisinde yazmaya başlar. Pehlevi Döneminin devrimi olan ‘ Beyaz Devrimi ‘ve ‘ Sarı Devrim’ dediği ‘ Yay Yapan Ok ‘ makalesini burada yayımlar. Aynı dönem, Cezayirli İnkılapçı yazar Frantz Fanon’un (psikiyatrist, siyah adam, anti-faşist, anti-sömürgecidir, Cezayir Ulusal Mücadelesinin önemli ismi) Sartre’nin mukaddimesiyle çıkan ‘ Yeryüzünün Lanetlileri ‘ kitabını okumasıyla birlikte çok etkilenir, konuyla ilgili birçok makale yazar. Hatta bu fikirleri İran Milli Hareketi içine ulaştırır.

  1963 yılında doktora tezini verir ve mezun olur.

  Aynı yıllarda şiire uzaklaşmasını tenkit eden dostlarına ‘ şimdi şiiri düşünemem İran’a dönünce nereden başlarım’ı düşünüyorum‘ der.

  1964 yılında iki çocukları İhsan ve Susan’dan sonra Sara doğar. Eşinin ve kendinin öğrenciliği bittiği için bursları kesilmiştir. Maddi olarak zor günler başlar. Aynı zamanda önünde üç yol olduğunu söyler ‘ Avrupa’da kalıp uzaktan rejim aleyhine çalışmak, İran’a komşu bir ülkeye gidip silahlı eğitim için çalışmak ya da İran’a dönmek ‘. Bir yıl düşündükten sonra tutuklanacağını bile bile İran’a dönmeye karar verir. Aynı yıl karayolu ile İran’a dönerler, Savak tarafından tutuklanacaklarını bilerek döndükleri İran’da sınır kapısında 4. kez tutuklanır.

  Hapiste fazla kalmaz.  Çıkışında üniversite hocalığı için eşi ve kendisi başvurur, sudan bahaneler ile bu talepleri ret edilir. Ancak 4. dereceden öğretmenlik-memurluk görevi verilir.

  1965-66 yılları arasında hem çalışıp hem de tercümeler yapmaya devam eder. Puran hanım ‘ gece sabahlara kadar çalışıp,gündüz uyanamamasından bahseder ‘. Bazen daha sessiz olduğunu düşündüğü akrabalarının evinde çalışmaya gider. Bir minder, çay tepsisi, sigarası-küllüğü ve kitapları onun vazgeçemedikleridir. Bu arada rejimin bir siyaseti olarak - çünkü Şeriati’nin gençler üzerinde dini yönde etkisi vardı ve İran’da Rusya etkisiyle yükselen Tudeh Partisi sesleri, Marksist ideolojinin yayılması durumu söz konusu iken Şeraiti gibi bir hoca gençler üzerinde etki bırakıp, kominizm ile mücadele edebilirdi- üniversite hocalığına çağırılır. Tabi bu arada ağızlar boş durmayacaktır, Rus malı, ucuz, silecekleri dahi olmayan arabası ona ‘ Marksist’ yaftasını yapıştırmak için yeterlidir! Şeriati üniversite hocalığı yaparken boş durmuyor, çeşitli konferanslar da veriyordu. Bu arada üç çocuklu bir ailenin babalığı görevi de devam ediyordu.

  1966 yılında başladığı Meşhed Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi görevinde; farklı ders anlatışı, öğrencilerinin büyük ilgisi ile adının daha çok duyulması zamanlarıdır. Aynı zamanda öğrencileri onun konuşmalarını ses kayıtları haline getirip paylaşmaktadır.

  1968 ‘ Kevir ‘ kitabını yazmasıyla ithamlar başlar (Kevir=çöl, içinde şiirleri de bulunan, edebi bir dili olan, tasavvufi, ilhamdan bahseden, insan olmak, kendi olmak, ben olmak, ruh gibi kavramların bulunduğu dini temaları içeren bir kitaptır) ‘ Ali değişti,siyasetten uzaklaştı,peygamberlik iddiasında bulunuyor ‘ dedikoduları yayılır. Zaten bu dönemi de kapsayan sorulara verdiği cevapların olduğu kitabı ‘ Ben hiçbir statükoya bağlı olmayan illegal ve dilin dönebildiği ger türlü suçlamaya muhatap olan Ali Şeriati’yim ve cevap veriyorum ‘ kitabı, ders notlarının arasından düzenlenir. Aynı zamanda konferanslara devam etmektedir.

  1970 yılında ‘ Din ve Barış ‘ başlıklı bir organizasyon için Japonya’ya davet edilir ancak sistemin, rejimin, Savak’ın bir kumpası sonucu davet ve cevap geç ulaştırılır ve bu organizasyonda konferans vermek üzere hazır bulunamaz. Aynı yıllarda öğrencileri oldukça çoğalmıştır, bu rejim için bir tehlike sayılır. Sınıfa Kuran götürmesi, derste sigara içmesi vs. gibi gerekçeler ile ders saatleri azaltılır.

  1971 yılında Savak tarafından dersleri belirsiz bir süreliğine tatil edilir. Derken düzmece bir şekilde bir araştırmacı olarak Tahran’a gönderilir. Aynı zamanda konferanslarına devam etmektedir. Bu yıl Hüseyniye-yi İrşad kurumunun faaliyetlerine katılır. Bu kurum milli ve dini konular üzerinde çalışmalar yapan bir kurumdur. Kurum içerisinde gelenekçi damarda mevcuttur. Kurum içerisinde sürdürdüğü konuşmaları bazı gelenekçi zihinlerin tepkisini alır. Aynı yıl bu kurumun yaptığı hac organizasyonuyla hacca gider, gitmeden evvel vasiyetini de yazar. Aynı dönem Mısır’a gider. Tüm katılımcıların Firavun’un mezarını ziyaret ettiği vakitlerde o, bu mezarlara taş taşırken ölen Afrikalıların yasını tutmakta, onların mezarları başında durmaktadır.Bu yıllarda dördüncü çocukları Mona doğar.Ali Tahran’da, eşi Puran hanım ve 4 çocuğu Meşhed’de dir.

  Konferanslar devam eder -zaten kitaplarının çoğu bu konferanslardan dermelerdir-. İthamlar da devam etmektedir. Sunumlarında sadece Şia’nın değil Ehl-i Sünnet İmamlarının görüşlerini de eklediği, kadınların toplantılara katılmasını sağladığı gerekçeleri, tiyatroya verdiği önem ve Ebu Zer gösterisinin bu kurum altında yapılmasından dolayı büyük tepkiler alır. Bu durum Ali’yi çok üzmektedir. Savak bir yandan, gelenekçiler diğer bir yandan derken, Savak’ın göz altıları, idamları, gösteriler, insanların öldürülmeleri gibi durumlarda Ali’nin büyük üzüntülerinin nedenidir. Tüm bunların içerisinde konuşmalarının ses kayıtlarının yapılması, makalelerinin elden ele dolaştırılması, öğrencilerinin çoğalması, yurtiçi ve yurtdışından takipçilerinin çoğalması tek tesellisidir.

  1972 yılında ‘ Gezici Kütüphane ‘ önerisini kurumlara sunar ancak bir geri dönüş olmaz. Derken Hüseyniye-yi İrşad kapatılır, Ali’nin kitapları yasaklanır, Ali saklanmak zorunda kalır. Ancak mücadele durmaz; öğrencileri gizli olarak fikirlerini Ali Serdebari ve Ali Sebzvarzade müstear ismiyle yayımlamaya devam eder. Ali’yi bulamayan Savak babasını ve eşinin kardeşini gözaltına alır, Ali’nin yerini öğrenebilmek için işkence yapar. Zaman sonra Ali kendi ayağıyla gider teslim olur. Tutuklanır 18 ay tek başına hücrede kalır. Kitap bulundurulmasına izin verilmez. Sadece askerden bazılarının istihareye yatmasını istemeleri üzerine bu istihare sürelerince vakti uzatıp yanında onlardan aldığı Kuran’ı bulundurabilir.

  1974 yılında hapisten çıkar. Ancak esaret bitmemiştir. Savak’ın sürekli takibi, sürekli eve telefon etmesi, sürekli evi ziyaret, gizli tehditler devam etmektedir. Bu yıldırmalardan sonra Ali bir dönem kendini eve hapseder. Bu dönem zor da olsa dostları ve öğrencileri onu ziyaret etmeye devam eder. Yoğun ev hayatı çocuklarına vakit ayırmasını sağlar. Onların fikir dünyalarını ve ruh dünyalarını geliştirmeye yönelik sorular sorar, kompozisyonlar yazmasını ister. Savak boş durmaz, Marksizim mücadelesinde onu kullanmak ister. Sözlerini çarpıtmak ister. Bu arada ev toplantıları hızlanır ancak katıldığı davetlerdeki lüksü gören Ali durumu eleştirir. Bu arada zulümler, ölümler devam etmektedir. Ali bunlardan oldukça bunalmıştır, o silahlı mücadeleye inanmaz, fikri mücadeleye inanır. Artık İran iyice zor bir yer olmuştur.

  Durum böyle iken eşi Puran hanımın da önerisiyle hicrete karar verir. Zorlukla pasaportunu alır, önce o gidecek ardından eşi ve 3 çocuğu gidecektir. Zaten oğlu İhsan ABD’de eğitim görmektedir. Ve Şeriati hicret eder, Savak’ı şaşırtmak için önce Brüksel’e gider. Oradan İngiltere’ye geçer. Puran hanımda yanına gitmek üzere yol hazırlığı yapar. Ancak hava alanında kendisinin ve küçük kızı Mona’nın pasaportunun bir kumpas ile kaybedilmesi nedeniyle, Puran hanım İran’da kalır, Susan ve Sera babalarının yanına gider. Baba ve çocuklar henüz İngiltere’de bir akrabanın evinde bir gece geçirip, kısaca sohbet etme imkanı bulmuştur ki, aynı gecenin sabahı şehid odasının kapısının önünde yerde ölü bulunur. Bu aile ve sevenleri için büyük yıkımdır. Belgesel olarak ispatlanamamıştır ancak Şeriati’yi Savak’ın zehirleyip şehid ettiği bilgisi büyük ölçüde yaygındır. Savak ve rejimin ona olan zulmü öldürmekle bitmemiştir, cenazesi üzerinden bir sahiplenme gerçekleştirmek isterler. Maalesef Savak cenazeye de sahip çıkmak ister. Ancak sevenleri, eşi ve oğlu bu duruma müdahale ederler. Ve Şeriati Suriye’de Hz.Zeyneb’in kabri civarına defnedilir.

Görüşleri

  Şeriati, öncelikle Allah’ı sonrasında insanı ele alır. Bu nedenle ‘ İnsan ‘ kitabında insanı benliğinden kopartan ve nefsine sunan her türlü perdeden ve modern akımlardan kurtarmaya çalışmıştır. Düşüncesini ‘ tevhid ‘ üzerine kurmuştur. Ona göre dinsizlik yoktur, Allah Rasulü’ne muhalefet edenler dinsiz değillerdir, sadece tanrıları çoktur, putları fazladır. İşte bu nedenle Şeriati ulaşabildiği her fazla putu kırmanın derdine düşmüştür.

  Şeraiti,  Allah’ı ve insanı ele alıp bu iki varlığın diyalogundan dini yorumlar. Bu yorumlamalarında kendi dahili olduğu coğrafyada Şia’yı eleştirir. Onun için 12 İmamı beklemek, pasifizimdir. Ona göre bu şekilde geçirilecek zaman yoktur. Biraz da bu nedenle dinsizlik ile çok uğraşmaz o dine rağmen dinin savaşını vermeye çalışır. Belki de bu nedenler ile ‘ Öze Dönüş ‘ demiştir.Bu nedenler ile Hac kitabında, bu kutsal vazifenin içini dolu kılacak yeni ve anlamlı yorumlar düşmüştür.

  Hiçbir fikir adamını kendi toplumu ve tarihi dışında değerlendiremeyiz. Şerati dönem olarak, Rusya etkisiyle Marksizmin yayıldığı, batılı güçlerin hem modernizm hem de emperyalizm ile doğu dünyasını sömürdüğü, bir İslam ülkesi olan İran’ın Şah eliyle batıya peşkeş çekildiği, yaşadığı toplumda faşizmin kol gezdiği, Müslüman coğrafyanın Şia-Sünni savaşlarına şahit olduğu, insanın maddeleştiği, İslam’ın özünden uzaklaştığı bir dönemde yaşamıştır. Tüm bu pespayeliğe şahit ve muhatap olan Şeriati düşüncesinin temelini İslam, kalbin temelini tasavvuf oluşturmuştur. Ve saydığımız tüm kavramlar ile mücadeleye girişmiştir. Kuru bir Kuran’a sarılmadan çok batıyı görmenin vermiş olduğu tecrübe, dil biliyor olması, ilim ve bilim konularını takip etmesi hem sorunları tespit etmesi hem de çözümler sunmasında yardımcısı olmuştur. Bu nedenle ‘Ne yapmalı ‘ demiştir. Yapılacak şeyler arasında, aydınların rolünü çok gerekli görmüştür çünkü o fikri mücadeleye inanan biridir. Bu nedenle aydını modern kırılmalardan ve çağdaşlıktan arındıraraktan yeniden yorumlar. Aydın onun için batılı bir zihin değil, toplumuna kendi köklerinden beslenen bir yol gösterici olmalıdır. Yapılacak şeyler arasında modernizm ile mücadele de vardır. Medeniyeti önceleyen Şeriati modernizmin bir zehir olduğunu, batının medeniyeti kendine seçip, doğuya zehri sunduğunu savunmuştur.

  Ona göre ‘ İnsan Dört Zindan ‘a hapsolmuştur; tabiat zindanı (doğanın kanunları), tarih zindanı (geçmişin gölgesi), toplum zindanı (toplumun etkisi-baskısı), nefsin zindanı. Şeriati bu zindanlardan ilk üçünün zor da olsa aşılabileceğini ancak nefs zindanının aşılması en güç zindan olduğunu söyler. Bu zindan insanı ancak tasavvufi bir kalbi yakınlık kurtarabilir, demiştir. Ancak onun klasik anlamda bildiğimiz pasifize tasavvufa da eleştirisi vardır, onun için tasavvuf hem insanı zikri ile içten gelen zehirden korumak hem de bireyciliğin ve maddeciliğin ayyuka çıktığı bir dünyada maddeden çok ruha yönelmiş bir yatırım demektir. Bir anlamda yukarıda saydığımız modernizm argümanları ile savaşmak onun için tasavvufi bir yöntemdir.

  Tenkit ile uğraşmıştır, taklitçiliği yeren binlerce ispatlı görüşün sahibidir. Ona göre çözüm için insan kendi tabiatından, kendi tarihinden, kendi toplumundan, kendi inancından beslenerek ve öğrenerek yol bulmalıdır. Bu nedenle maddeciliğin karşısında, maddecilik ile cevap vermek yerine ruhu beslemeyi yöntem sunmuştur. Zaten bu nedenle İran İslam Devriminin temellerini atmıştır.

  Tüm bu uğraşları batılı sömürgeci düzenbazlar, işbirlikçi Şah rejimi tarafından çarpıtılmaya çalışılmış, solculuk olarak yaftalanmaya çalışılmış olsa dahi onun öğretilerini bir yöntem olarak seçen binlerce öğrencisi, okuyucusu tarafından anlaşılmış, yayılmıştır. Ve yayılmaya devam edecektir.

  Son bir cümle ile toparlayacak olursak; o kendi görüşlerini çarpıtmaya çalışanlara bir cevap olarak yazdığı ‘ Ve Cevap Veriyorum ‘ metinlerini bir konferansa, bir makaleye, bir kitaba değil tüm yaşamına oturtmuş, yazdıkları ile olduğu kadar yaşamıyla da her türlü küfrü, zulmü, yabacılaşmayı ve dini cevaplamıştır.

  Elbette Şeraiti görüşleri ve kitapları, bir makaleye yahut birkaç paragrafa sığdırılamayacak kadar geniş bir yer kaplamaktadır. Bu nedenle bu biyografiye yönelik çalışma sadece Ali Şeraiti başlığında yazılacak yazıların sadece bir girizgahı, daha sonra gelecek kitaplarına ait inceleme yazılarının ilk adımıdır.

Cemile Bayraktar

 Kaynak : http://www.derindusunce.org/2010/10/08/dort-zindanin-tek-ozguru-olarak-ali-seriati/

2+2=5: BİR GEORGE ORWELL BAŞYAPITI

  

Yıllarca süren savaşlar sonunda dünya üç büyük devletin egemenliğine kalmıştır: Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya. Kitabın ilerleyen sayfalarında öğreniriz ki, aslında bu üç devletin de birbirinden farkı yoktur. Ancak kitap Okyanusya tarafını anlattığı için, diğer iki devletin durumunun çok kötü olduğu ve Okyanusya’nın pek yakında dünyanın tek hâkimi olacağı düşüncesi bize sık sık empoze edilir.

Okyanusya’da (Doğu Asya ve Avrasya gibi) komünizm hüküm sürmektedir. Parti, güçlü ve bilge bir lider tarafından yönetilmektedir: Big Brother. Büyük Birader her şeyi bilir ve görür. Her yerde onun kocaman posterleri asılıdır ve o posterleri delip geçen bakışlarıyla adeta beyninize hükmetmektedir. Posterlerin üstünde aynen şöyle yazmaktadır: Big Brother is watching you!

Her yerde; işyerlerinde, evlerde, hatta tuvaletlerde tele-ekranlar vardır ve insanların yaptığı her hareket parti üyeleri tarafından denetlenmektedir. Parti sahiplenici ve kucak açıcıdır; aslında hükmedici ve beyin yıkayıcı olsa da!

Parti bu sayede her şeyi denetleyebilmektedir, bir tek şey dışında: düşünmek. İşte bu yüzden, en büyük suç düşünmektir! Cezası ise ölümden bile daha beterdir.

Parti, insanların düşünmesini engellemenin bir yolunu bulmuştur: "yenikonuş". Yenikonuş'un tek amacı, kullanılmakta olan sözcükleri her geçen gün biraz daha azaltarak, insanların kendilerini ifade edebilmelerini olanaksız kılmaktır. 1984'te henüz Yenikonuş tek iletim aracı değildi; İngilizce ile birlikte kullanılmaktaydı. Parti, Yenikonuş'un 2050'ye dek İngilizcenin tamamen yerini almasını planlıyordu. Yenikonuş benimsendiği ve İngilizce tamamen unutulduğu zaman, kabul gören öğretilere karşıt düşüncenin üzerinde düşünülmesi olanaksız hale gelecekti. Yani, Yenikonuş'un sözcük dağarcığı, bir parti üyesinin açıklamak istediği tüm kavramları doğru ve ustaca kullanabilmesine izin verirken; bunun dışındaki tüm kavramları ve onlara ulaşabilmenin dolambaçlı yöntemleriniortadan kaldırmaktaydı. Bu, kısmen yeni sözcüklerin kurulmasıyla; ama daha çok istenmeyen sözcüklerin dışlanmasıyla ilgiliydi.

Yenikonuş'un en tehlikeli özelliği, "çift düşün" idi. Çiftdüşün sayesinde insanlar, önce kendi kendilerini kandırıyorlar; daha sonra da kendilerini kandırdıklarını unutup, yaşamaya devam ediyorlardı. 

1984'te Okyanusya, Doğu Asya ile müttefikti ve Avrasya ile savaş halindeydi. Ancak üç devlet de o kadar güçlüydü ki, ikisi birleştiğinde bile diğerine üstünlük sağlayamıyordu. Kitabın ilerleyen sayfalarında, değişen şartlar gereği Okyanusya, doğu Asya’ya savaş açar ve Avrasya ile müttefik olur. Bir süre sonra dengeler yeniden değişir ve bu bir kısır döngü içinde dolanıp durur. Ancak; parti'nin hata yapmış olması gerçekten mümkün müdür? Yani, Okyanusya bir zamanlar Avrasya ile savaşıyordu... Buradan tek bir sonuç çıkarılabilir: Avrasya kötüdür. Parti ise asla kötülerle ortaklık yapmaz. Bu yüzden tarih değiştirilmek zorundadır. Bütün gazeteler, dergiler, kayıtlı belgeler değiştirilir ve şu konuma gelinir: Okyanusya tarihin başından beri Doğu Asya ile savaşmaktaydı ve Avrasya ile müttefikti. Kayıtları değiştiren kişiler, çift düşün yardımıyla kayıtları değiştirdiklerini unuturlar. Doğu Asya 'artık' müttefik değildir: Doğu Asya zaten hep bizim düşmanımızdı!

İnsanlar ikiye ayrılmış durumdadır: İnsanlar ve Proleterler. İnsanlar, parti için çalışırlar. Her an parti için bir şeyler yapmak zorundadırlar. Partinin yasaklamaları ve dayatmaları aslında hep 'insanların iyiliği' içindir.

Proleterler ise, parti ile ilgileri olmayan fakir kesimdir. Parti’nin yasakları bunlar için geçerli değildir; onlar zaten önemsiz yaratıklardır, insan bile sayılmazlar. Onlar içki içip sarhoş olan, bütün gün kahvede iskambil oynayan ve en önemlisi parti'ye yarar sağlayamayan zavallılardır. Parti üyelerinin proleterlerle iletişim kurması yasaktır. Parti, kendisine bir tehdit unsuru olma ihtimali olan proleterleri yaptığı baskınlarla öldürür.

Kendisi de bir parti üyesi olan eserin anti-kahramanı Winston bir şeylerin ayırtına varmıştır. Her sabah 7'de kalkıp gece yarılarına kadar parti için çalışmak, bunun dışında başka hiçbir uğraşa sahip olmamak; hayatın anlamı gerçekten de bu mudur? Bundan gerçekten zevk mi almaktadır? Acaba gerçekten de uçak denen aleti parti mi bulmuştur? Acaba bir gün parti yazıyı da kendisinin bulduğunu iddia edecek midir? Kuşkusuz Winston bu düşüncelerini kimseyle paylaşmaz, çünkü kimsenin arkadaşı yoktur. Birine bunlardan bahsetmesi, partiye güvensizliğini belli etmesi olacaktır ki, bu da ölüm fermanını kendi eliyle imzalaması demektir. Ancak işin kötü tarafı, kendisi bile hiçbir şeyden emin olamamaktadır, çünkü partinin iddialarının tersini kanıtlayabilecek tek bir kanıt bile yoktur!

Winston herkesten ölesiye nefret etmektedir, ancak birileriyle partinin geleceği hakkında konuşurken, yüzüne o aptal, memnun koyun ifadesini yine de yerleştirmek zorundadır. Memnuniyetsizlik, parti için tehdittir ve gereken hemen yapılır.

 

     Winston'ın çalıştığı bakanlıkta özellikle dikkatini çeken biri vardır; bir kadın. Bu kadın tüm nefretinin sorumlusu gibidir âdeta. Hiç durmadan, saatlerce partinin yaptığı güzel işlerden, etrafa getirdiği iyiliklerden, hayatın ne kadar harika olduğundan bahsetmektedir. Winston bu kadının görevini veya kim olduğunu bilmemektedir, ancak eğer bir fırsatını bulabilse, onu öldürmekten memnunluk duyacaktır.

Winston'ın çalıştığı yere arada bir uğrayan O'Brien adlı bir adam vardır. Winston, nedendir bilinmez, o adamın da kendisiyle aynı hisleri paylaştığını düşünmektedir. O da partinin aslında ne olduğunun farkındadır sanki bu yüzden bir fırsatını bulup kendisiyle aynı görüşleri paylaşıp paylaşmadığını öğrenmek istemektedir. Ancak bu pek mümkün değildir, her yerde tele-ekranlar vardır ve Winston'ın onunla iletişim kurma şansı neredeyse hiç yoktur. Ayrıca O'Brien partinin etkili kişilerinden biri olarak bilinmektedir; Winston ya yanılıyor idiyse, o zaman ne olacaktır?

Derken Winston bir gece rüyasında O'Brien'ı görür. Kendisi ona şöyle demektedir: "Karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız".

Winston artık emindir O'Brien'ın da kendi tarafında olduğundan, ancak yine de ona ulaşması pek kolay olmayacaktır.

George Orwell’ın kehanet sayılabilecek romanı. Dilin ve şartlandırmanın toplum üzerinde ne derece başarılı olabileceğini gösteren eserdir. 

Kitapla ilgili en sık rastlanan eleştiri kitabın Komünizm eleştirisi olduğu yönünde olsa da; kanımca Komünizm ve Faşizmin karşılaştırmalı eleştirisidir.

Kitabın kurgu dünyasında kullanılan üç slogan;

Özgürlük köleliktir.
Bilgisizlik kuvvettir.
Savaş barıştır.

Günümüzde ise bu distopya gerçekten ütopya mı sorusuyla beynimizi kurcalamaya devam eder…

SİZ HİÇ SEVDİĞİNİZ BİRİNİ KAYBETTİNİZ Mİ? :

A SINGLE MAN

Siz hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Hiç sabahları uyandığınızda güne devam etmek için kendinizi zorladınız mı? Her sabah tekrardan nefes almanız gerektiğini kendinize hatırlattınız mı?

Şayet bunları yaşamadıysanız hem çok şanslı hem de çok şanssızsınız. Şanslısınız zira böylesine büyük bir acının ne olduğunu bilmiyorsunuz. Şanssızsınız zira o acıyı çektiren büyük sevgiyi de tatmamışsınız. Hayatın içinde birini sevmek oldukça zordur ama bundan daha zor olan sevdiğiniz kişiyi kaybetmektir.

Ünlü modacı Tom Ford’un Christopher Isherwood’un aynı isimli romanından sinemaya uyarladığı Tek Başına Bir Adam (A Single Man) 16 yıl boyunca birlikte olduğu partneri Jim’i trafik kazasında kaybeden İngilizce Profesörü George Falconer’in bir gününü anlatıyor.

8 ay önce sevdiği adamı  trafik kazasında kaybeden George o zamandan beri her sabah kendisini güne hazırlamak için biraz daha zorlanmaktadır. Ancak sabah hazırlıkları tamamlandığı zaman düzgün kıyafetleri, klas duruşuyla adeta yüzüne bir maske takmakta ve güne devam etmektedir.

George’un tek yakın arkadaşı bir zamanlar bir ilişki de yaşadığı Charlotte’dır. Charlotte kocasından boşanmış, alkole biraz düşkün ve yıllar önce George ile yaşadığı ilişkiyi unutamamış bir kadındır. George hayatını değiştirecek bir güne kendisini hazırlarken Charlotte da tekrar George ile birlikte olabileceğini düşünmektedir.

Isherwood’un sinemaya uyarlanması  hayli zor olan kitabını başarıyla senaryolaştıran ve yöneten Tom Ford işin altından kalkmış gibi gözüküyor. Madonna’nın verdiği bir partide tanıştığı Colin Firth ile de muhteşem bir iş birliği yapmış. Buna karşın yönetmenin aklındaki ilk isim olan Tom Hanks’in filmde oynasaydı nasıl bir performans sergileyeceği de insanın merakını cezp ediyor.

Firth çoğunlukla yüzüne yakın çekim yapılmasına karşın George karakterini o kadar iyi oynamış ki bu yakın çekimler sayesinde seyirci onun acısını hissediyor. Ayrıca hayatta birine bağlandığı kısa anlarda yüzüne renk gelmesi ve diğer sahnelerde renklerin matlaşması da hem filme hem de Firth’ün oyunculuğuna büyük bir artı sağlamış. Zaten Firth filmdeki başarısı hem kazandığı BAFTA ödülü hem de Oscar adaylığı ile herkese ilan etmişti.

George’un bir günün izlerken özellikle sabah yataktan kalkış sahnesinde söyledikleri akıllara Sevginin Bağladıkları (Sleepless in Seattle) filminde Tom Hanks’in canlandırdığı karakteri getiriyor. Hanks’in hayat verdiği Sam de karısının ölümünün ardından her gün hayata yeniden başlamak için kendisini nasıl zorladığını inanılmaz vurucu bir dilde anlatıyordu.

Sam ve George’a kader ortaklığı  yapan bir diğer film kahramanı ise Can Dostum (Good Will Hunting) filminde gösterdiği performans ile Oscar ödülü de kazanan Robin Williams. O filmde Williams’ın canlandırdığı Dr. Sean Maguire da genç Will’e karısını kaybettikten sonra en çok onunla yaşadığı ufak anları özlediğini anlatıyordu.

George da filmde genç  öğrencisi Kenny Potter (Nicholas Hoult) ile konuşurken bu iki sevdiğini kaybetmiş adamın hislerinin benzerinden bahsediyor. Her ne kadar her ilişkinin dinamikleri farklı da olsa, çok sevdiğiniz birini kaybettiğiniz zaman yaşadığınız acı birbirine oldukça benziyor.

Tom Ford’un eski arkadaşlarından Julian Moore da boşanmış ve hayata tutunmaya çalışan, içten içe eşcinsel ilişkinin normal bir ilişkiden daha iyi olamayacağını düşünen Charlotte rolünde oldukça başarılı.

Filmin kullandığı set ünlü dizi Mad Men’in çekimlerinin yapıldığı yer. Bu yüzden kimi sahneler ve filmdeki dekorlar dizinin hayranlarına yabancı gelmeyecektir. Ayrıca filmin müzikleri de Aşk Zamanı’nda (In the Mood for Love) imzası bulunan Shigeru Umebayashi’ye ait.

Filmde George’un giydiği kostümleri de Ford bizzat kendisi tasarlamış. Charlotte’un evi ve kıyafetleri için ise dönemin bir iki yıl ötesinden ufak eklemeler yapmış.

Siz hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Şayet kaybettiyseniz George’un Sam ve Sean ile paylaştığı  acıyı bilirsiniz. Yok, kaybetmediyseniz umarım onların yaşadığı  kadar büyük bir aşk yaşar ve onu kaybetmeden hayatınızı sürdürürsünüz. 

Online dergiler Online dergiler