Esra Matur

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1991 yılında, Üsküdar'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. Dört seneyi aşkın süredir Boğaziçi Yöneticiler vakfı (BYV) üyesi olan Matur, 2010 yılı itibariyle İBB Gençlik Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu'nda Avrupa ve Ortadoğu temelli sosyo-kültürel çalışmalarına devam ediyor. 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

 

Şüphesiz "vaki olanda hayır vardır" hadis-i şerifince; son zamanlardaki sıkıntılar hem memleketimiz genelinde hem de dost ve akraba meclisleri özelinde ciddi değişimlere/başkalaşımlara sebebiyet veriyorken, görebildiğimiz veyahut görmeye aciz olduğumuz hikmetlerin varlığına inanma gayretiyle akıl ve ruh sağlığımızı muhafaza ediyoruz. Zira vaziyet bu defa idrak sınırlarımızın çokça ötesine sıçramış ve her gün ayrı bir acıya uyanan memleketimizde yüreklerimizin sükunet bulma ihtiyacı zuhur etmiştir.

Bilhassa toplumda yer edinmiş kanaat önderlerimizin bizleri telkin edici yönde kelamlar etmeleri beklenirken ateşe körükle gidiyor olduklarına şahit oluyoruz. Oysa ki yaşadığımız zamanlar, fikirlerimiz ve hareketlerimizle saflarımızı en çok belli etmemiz gereken, bâtıl olandan en net şekilde ayrılabiliyor olmamız gereken zamanlar iken hem de...

Ahir zaman toplumu olduğumuzun hiç şüphesiz bilincindeyiz, buna mukabil bu toplumun sahip olacağı söylenen kötü hasletlerin kıskacında bugünkü vaziyeti ellerimizle inşâ ettik. Tembellik ve dünya sevgisi bünyelerimize yerleştikçe bize yüklenen sorumlulukları ifa edememeye, elimizde olanın hep bir fazlasını istemeye başladık. Makro düzeyde siyasilerimizin, mikro düzeyde bizlerin içine düştüğü dehlizin tarifi bu olsa gerek.

Bu toprakların insanları böyle acılara ilk defa şahit olmuyor; 'Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak; alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak!' diyen merhum Mehmet Akif'i yetiştiren topraklar üzerinde yaşıyoruz.

Ancak 90' ve +90' jenerasyonunun gözünü siyasete ve toplum bilimine açmasından bu yana şahit olduğu en hazin dönemlerden geçtiğimiz bir gerçek. Bu sebeple selamet üzere geçen seneleri müteakiben şimdilerde tanık oldukları her acı olay onlarda ayrı bir kırılma etkisi yaratıyor.

Herkesin konuşma yetkisinin olduğu bir yerde, söylenen her söz elbette adil ve yerinde değildir. Sosyal Medya her kullanıcısına bu yetkiyi sağladığı için bilhassa böyle zor zamanlarda dezenformasyonun beşiği hükmünde oluyor. Öyle ki bu mecralarda her gün yeni bir devlet kurulup ve her gün yeni bir siyasî kimlik feshediliyor.

Akıl ve ruh sağlığımızı koruyabilmek adına acizane dikkat ettiğimiz husus, bilgi kirliliğinden kaçınmaktır. Zira bilginin kaynağını tespit edemediğimiz sürece kulağımıza gelen her haberin sahih olmadığını bilmeli ve sükunete en çok ihtiyaç duyduğumuz bu zamanlarda sohbet meclislerindeki muhattaplarımızdan emin olmalıyız.

Hata, noksan insanın fıtratındandır; nitekim onların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c) tövbe ve istiğfar kapılarını yaratmıştır. Bu kapıların çalınmasını murad ettiyse, hatalarımızın da telafisini mümkün kılacak olan elbette yine O'dur.

Niyetlerimiz hakikat üzere olmak ve hakikati konuşmak olur ise, umulur ki hallerimiz yeniden selamete erer ve yüreklerimiz sükuneti bulur.

Bu vesileyle Kurban Bayramı'mızı kutlar, Hakk'a yakınlaşmamıza ve hayırlara vesile olmasını temenni ederim. 

 

Dünya üzerinde; aynı öğle yemeğini muhafazakâr bir Müslüman, ailesi komünistken kendisi liberal olduğunu söyleyen bir Portekizli ve ‘ben mutluluğu arayan gezgin bir artistim’ deyip üstüne üstlük Arjantinli olup futboldan nefret eden bir sanatçı, dahası Vietnamlı bir öğrenci olup Amerika'da yaşayan birbirinden tamamen farklı bu dört kişiyle çoğunlukla kahkahaların duyulduğu bir masada hep beraber yiyebileceğiniz çok fazla yer yoktur eminim

İşte, Dünya Gençlik Kongresi nedir derseniz, size bu fırsatı sunan yerdir derim

Bu yıl 5.si düzenlenen gençlik kongresinin ev sahipliğini Türkiye yaptı. Bense şimdi; 140 farklı ülkeden 1500'ü aşkın sayıda delegenin katıldığı bu dev organizasyonda görevli olmak ayrıcalığını tatmanın haklı gururunu yaşıyorum. 2 hafta boyunca devam eden organizasyondan arda kalanları kısmen de olsa sizinle paylaşmak istiyorum.

Organizasyonumuz için ana-merkez olarak Yıldız Teknik Üniversitesinin Davutpaşa Kampüsü kullanıldı. Konaklamanın şehir merkezinden biraz uzak olmasından ötürü ara ara şikayetvari mırıltılar duysak da, kampüsün geniş bir alana yayılması ve bununla beraber gün içinde kampüs içi ulaşım için ücretsiz kullanıma açık shuttle'ların olması, ayrıca konakladığımız kampüs yurtlarının yepyeni (sıfır) olması gibi güzellikler, kongre bitiminde YTÜ yetkililerine teşekkürü bize borç bildirdi

Her gününün dopdolu geçtiği organizasyonda delegelere verilmesi planlanan asıl mesaj "imece"ydi… Türk kültürünün izini taşıyan bu kavramı; Kanadalı, Filipinli, İngiliz, Fransız, Afrikalı ve daha birçok milletten arkadaşımla hep beraber yaşayarak öğrendik..

Nasıl mı?

"İmece"yi, "eylem projeleri"mizle eyleme dökerek...

Peki neydi bu projeler?

Aslında kongrenin temeliydi diyebileceğim kadar ehemmiyetli gördüğüm, Dünya Gençlik Kongrelerini ortaya çıkartan "gençliği cesaretlendirme ve toplum içindeki yenilikler adına aktif roller aldırma" fikrinin hayat bulduğu projelerdi.

Birbirinden farklı 30'u aşkın projenin yer aldığı kongrede, ben ve grubum eylemimizi gerçekleştirmek için Yalova'ya giden ekiptik.

3 gece, 4gün süren projede hayatımın en renkli ve unutulamaz anlarını yaşadım.

Mısır'lı arkadaşım Menna'yla tarlalarda imece usulü domates topladık.

Aynı tarlalarda WC bulamayan Portekizli Pedro için uygun bir "ağaç arkası" aradık.

Yalova'nın şahane diyebileceğim çok sayıda doğal güzelliklerinden sadece biri olan "Sudöken" şelalesinde, bazılarının ilk defa bir şelale gördüğü grubumla beraber gayet soğuk ve tehlikeli olan sulara daldık.

Ve sonrasında, elimizde geri dönüşüm poşetleriyle doğal güzellikleri korumak adına şelalenin neredeyse çöplüğe dönmüş olan çevresini yine imece usulü temizledik.

Meksikalı Gabriela'yla, boş bira şişeleri topladık.

Öğle yemeğinde yine grubumla beraber, Yalova'nın Güney köyüne misafir olduk... Pilav üstü kuru yedik...  Kısa süre önce tarladan koparılıp önümüze konan acı biberlerden denedik.

Hereke atölyelerinde, halının nasıl dokunduğunu öğrendik. Taylandlı Supatchaya'nın hereke halısında ilmekler atabildiğini gördük.

Bunların yanında yepyeni kelimeler de öğrendik. Grubumuzun favori deyimi "bayıldım!", şimdi her yerde kullanılır oldu: "bayıldım this food!”, “bayıldım yalova!"

Ve aslında kongre süresince hepimizin aklında aynı fikir dönüp durdu. Bizler farklı ülke ve kültürlerden kopup gelen 20 küsur genç, iki hafta boyunca ortak bir yaşamı paylaştık. Mutlu iki hafta geçirdik. Biz bunu başarabildiysek, geri kalanlar da yapabilirdi; yapmalıydı!

Birbirimizle bağlantıları koparmamak adına söz verdik. Ve bir sonraki dünya gençlik kongresine katılmak için her şeyi yapmaya da.

Grubumuz bir aileydi ve ismi de "Leblebi Family"di.

Şimdilerde kongreden bana kalan çok şey var. Bunlar, dünyanın dört bir yanına yayılmış arkadaşlıklar ve Leblebi ailesi.

Yazımı sonlandırırken favori deyimimizle veda etmek istiyorum şimdi.

Bayıldım World Youth Congress!

Bayıldım Leblebi Family!

 

Çok değil, bir hafta kadar önceydi.

Daha evvelki konuşmalarımızdan ateist olduğunu öğrendiğim Ricardo, benden bir ricada bulunuyordu.

Arkadaşlarıyla beraber oluşturdukları blog sayfasında yayınlamak için; Fransa'nın son günlerde çokça gündeme gelen "peçe yasası" hakkında ne düşündüğümü, dahası biz Müslümanlar için başörtüsünün ne anlama geldiğini anlatan bir yazı yazmamı istiyordu... Hepsi bu!

Ricardo, samimiyetine çokça güvendiğim henüz üniversite öğrencisi olan Portekizli bir arkadaşım. İlk anda oldukça şaşırdığım bu ricası üzerine benden istediği metni yazıp yolladım.(ilgilenenler için: http://esramatur.blogspot.com/2010/09/respectwhat-good-thing.html )

Ama asıl konu, içinde bulunduğumuz zıtlık...

Çoğunluğunun Müslüman kimliklere sahip olduğunu bildiğim bir çevrem ve ondan öte, halkının büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir ülkem varken, Portekizli ateist bir öğrenci grubundan Müslüman hak ve hürriyeti aleyhine çıkartılmış yasaya karşı tepkiler aldım. Ama benzer aktiflikteki tepkileri az önce bahsi geçen yakın çevremden göremedim... İşte bu, size göstermeyi istediğim içinde bulunduğumuz zıtlık. Ve ben bundan utandım.

Eminim, Ricardo ve arkadaşlarını harekete geçiren şey içlerinde besleyip büyüttükleri Müslüman fanatikliği değildi.

Daha ziyade, insana ve onun haklarına verdikleri değerdi.

Bugün, Türk arkadaşlarımla aynı konu üzerinde konuştuğumda, "yorgun" yorumlar alıyorum. Evet, insanımız bu tür problemler üzerine düşünmeye yorgun ve umutsuz bakıyor. Belli ki, bugüne dek edinilen çözümsüzlükler, şimdi onları pasif kalmaya itiyor. Kendi insanı, okulunda başını örtemezken, Fransa sokaklarında yüzünü örtemeyen birileri için hareketlenmeyi "ikincil" buluyor.

Usanç... Genel çerçevede "insan", özelde "Müslüman" olarak bizi yakından ilgilendiren bir mevzuda nasıl sessiz durabildiğimizin nedeni oluyor.

Ve utanç... Benim de üyesi olduğum toplumun zamanla içine itildiği usanç dehlizinde; kendi sessiz, durgun ve yorgun hallerinin tezahürüne baktığında duyduğu hissiyat oluyor.

Kimseyi yermek ya da eleştirmek niyetinde değilim. Ben bugün sadece üzgünüm.

İnsan hakları adına blog sayfalarında arkadaşlarıyla mücadele veren, "ben" olmadığım için üzgünüm.

Daha çok insanın, insan hakları ihlallerine karşı durduğunu göremediğim için üzgünüm.

"İnsan"ın daha değerli olduğu bir dünyayı bir türlü şekillendiremeyen "dünya insanı" için üzgünüm.

Bahsi geçtiğinde çok derin soluklu tartışmalara kapı aralayabilecek, sayısız türde yorum ve mülahazaya gebe olabilecek kadar çetrefilli; kimilerinin kanayan yarası, kimilerinin sahiden korkulu rüyası, kimi yarım akıllılarınsa popülaritelerini artırmak istedikleri farklı arenalarda kullandıkları propaganda aracı diyerek, İslamofobi’ye sözlük anlamı dışında yeni bir tanımlama getirebiliriz.

Ya da yeni bir bakış açısı demeliyim.

Birkaç ay önce İslamofobi'nin konu edindiği bir seminere katılmıştım. O seminerde tuttuğum notlar bir iki gün önce elime geçti, şöyle bir göz attım, bıraktım. Daha sonra bir dergide yine bu mevzu üzerine baya geniş çapta yer alan bir yazı gördüm. Okudum, düşündüm ve ben de bu yazımda son zamanların eğilim fobisi üzerine paylaşımda bulunmak istedim.

Yazımı; katıldığım seminerin içeriği ve katılımcıların çok değerli bulduğum yorumları üzerine şekillendirsem, zannediyorum yeterli ve yerinde olacak.

Konuşmacı arkadaşımız farklı din ve milliyetten insanların oluşturduğu bir dinleyici kitlesine hitap ettiğinden, belki de henüz "İslam”ı öğrenmeden islamofobia'yla tanışan yabancılar için seminerin biraz daha anlamlı olması adına zihinlerde "tanım"ından önce "fobisi" yerleşmiş bir dinin gerçekte ne olduğunu söyleyerek başladı.

İlerleyen dakikalarda dünya genelinde Müslümanların maruz kaldığı çirkin muameleler ve elbette terörist damgasından bahsedildi.

Ama benim asıl etkilendiğim anlar, seminer bitiminde konuşma hakkı isteyen insanların birbirinden değerli yorumlarını dinlediğim anlardı.

Müslüman olmadığını söyleyen İngiliz bir dinleyici, islamofobinin biz Müslümanların "suçu" olduğunu söyledi.

Bu kavramın yaygınlık kazanmasının sorumluları adına bir hesap kesilecekse eğer, büyük payın Müslümanlara ait olduğunu titreyen bir sesle tabiri caizse bağıra bağıra söyledi.

İlk anda neyi kastettiğini anlamadım.

Sonrasında iddialarına tek bir cümleyle açıklık getirdi.

"Biz bilmiyoruz!"

"Biz İslamı bilmiyoruz, Müslümancın gerçekte kim olduğunu bilmiyoruz. Bizim bunları öğrenmeye, sizi dinlemeye ihtiyacımız var."

Çok yürekten gelen sözlerdi bunlar.

Ve o, konuşmasını bitirip yerine geçtiğinde benim gözlerim dolmuştu.

Haklıydı... İslamofobi Müslümanların alet edildiği çirkin ama çok çirkin bir şeydi. Bundan en çok acı çeken yine Müslümanlardı. Ama bu sorun, kötü zihniyetli grupların bizi yaftaladığı "katil, terörist" söylemlerine sürekli karşı tepkiler vererek, onların haksız, iftiracı insanlar olduğunu söyleyerek çözülemezdi.

Artık "ne olmadığımızı değil, gerçekte ne olduğumuzu söyleme vakti"ydi.

Ben terörist değilim demek yerine, bak aslında ben buyum deme devriydi.

Özetle İngiliz arkadaşımız, bize tebliğ vazifemizi hatırlatıyordu.

İnsan, bilmediğinden korkarmış.

Hatta sakallarını kesmemekte direnen Sokrates'e niçin şunları kesmiyorsun diye sorulduğunda, O da benzer cevabı vermiş."Bilinmeyenden korkar insan. Sakallarımı kestiğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyorum."

Aslı bilinmeyen öcü olmak istemiyorum ben de.

Bizi bilmeyi isteyen daha nice İngiliz, Fransız, Amerikalı varken; sırra kadem basmak istemiyorum.

Ve hepimize bu yolda muvaffakiyetler diliyorum.

 

7000 yıllık medeniyetler tarihi geçmişine sahip bir ülkede son zamanlarda yaşanılan gelişmeler ilgimi çekti.

Evet, bahsi geçen ülke: Mısır.

Geçtiğimiz haftalarda parlamento seçimleri için ilk oturumun yapıldığı yer!

Seçim sürecine haftalar varken, o süreçte neler yaşanılacağını gerek bölge halkının, gerekse dünya kamuoyunun az-çok tahmin ettiği, yapılan ilk oturumdan sonra yaşanılanlara bakıldığında ise, tüm o önsezilerin oldukça tutarlı olduğunu gösteren bir tablo sundu Mısır.

Aslında ülkenin çok değil,60 yıllık bir cumhuriyet tarihi var.

Demokrasi adına ise, henüz bir tarihleri olmadığı kanısındayım.

60 yıllık süreci incelediğinizde yalnızca 3 lider isimle karşılaşmanız, hatta fazla derinlere gitmeden son 30 yıla bakmanız halinde yalnız ve yalnız tek bir liderin hüküm sürdüğü bir cumhuriyet(!) tarihiyle karşılaşmanız, sanırım ülkedeki demokrasi anlayışına dair ipuçları veriyor.

El Masri el Yom gazetesi başyazarlarından Nasan Nefa ise bu durumu çok net ifade ediyor: "İstisnasız 30 yıl boyunca tüm seçimleri bir parti kazanıyorsa bu,yolsuzluğun rejim yapısının tamamlayıcı bir parçası haline geldiğini gösterir."

Mısır halkı için üzgünüm...

Çünkü bu 30 yıllık mutlak hâkimiyetin henüz sona ermediği, üstelik aynen devam edeceğine dair sinyalleri, geçtiğimiz Parlamento seçiminde yaşanılanlarla az çok aldılar.

Sergilenen tüm o otoriter ve baskıcı tutumlarla, Mısır demokrasisinde muhalefete yer verilmeyeceği gösterildi.

Şimdiki yerleşik sisteme karşı duran Müslüman Kardeşler gibi belli grupların gördüğü haksız muamelelerle, Mısır halkının özlemini duyduğu bağımsız, adil cumhuriyet hayalleri başka baharlara ertelendi... Çok uzak baharlara!

Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların böyle yönetimler altında yaşamak zorunda kalması, vicdanları rahatsız ediyor.

Oy kullanmaya gidilen okullarda gizli kameralara çekilmiş düzenbazlık görüntülerini popüler video sitelerinde kolaylıkla bulup izleyebiliyoruz. Çünkü bahsettiğim videolar oldukça çok sayıda!

Halk boykot edilip, seçme hakkı elinden alınıyor... Hükümet aracılığıyla polisten ve bilimum güvenlikten tam yetki almış birkaç hilekâr adam, oy sandığının başında iktidar partisi için onlarca, ülke genelinde belki yüzlerce, binlerce oy kullanıp, sandıkların içine koyuyorlar!

Ve sonuç tahmin edebileceğiniz gibi 100% iktidar!

Seçimlerin ilk oturumunda yaşanan bu kadar usulsüzlükten sonra, muhalefet kanadındaki Vafd Partisi ve Müslüman Kardeşler Örgütü ikinci oturumdan çekildiklerini beyan ettiler.

Tüm bu gelişmeleri biraz internetten; ama büyük çoğunlukla Mısır'lı arkadaşlarımdan takip ettim.

Onlara sorduğum ilk soru şu olmuştu: "Madem iktidar, bir şekilde seçim sandıklarına müdahale ediyor ve kendi kendine seçim zaferi kazandırıyorsa, neden size ‘parlamento seçimleri’ diye bir gün hazırlıyorlar?"

Soru olağan, cevapsa çok manidardı!

"Dünyanın geri kalanına, ’bakın bu ülkede bir cumhuriyet(!) var!’ izlenimi vermek!

Seçim sürecinde hepsi oldukça gergindi.

Oy kâğıdının üstüne Hüsnü Mübarek için kişisel mesaj bırakan bir arkadaşım var benim! (Mesaj içeriği belki burada paylaşım için uygun olmayabilir!) :)

Bu arada o mesaj yerine ulaşır mı bilmem...

Ama ben onların hissiyatlarına ortak olmak ve tüm bu yaşanan haksızlıkların duyulmasına, bilinmesine bir nebze katkıda bulunmak istedim!

Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bir bölgeden bahsediyoruz. Bu yaşanan çirkinlikler, o toprakların tarihine hiç yakışmıyor, değil mi?

Bir haber sitesinde "Nil topraklarında olmayan demokrasi!" başlıklı bir yazı görmüştüm. Şu anki durumu oldukça iyi ifade diyor bence.

Umarım birgün... Birgün o özlemini kurdukları ama sürekli başka baharlara ertelenen demokrasiye kavuşurlar!

 

"Kral Halktır!"

Tunus halkının yeni söylemidir bu : Kral halktır!

Wikileaks belgelerinin yol açtığı gelişmelerden biri, şimdi Dünya gündeminin ilk satırlarında yer alıyor: Tunus'da halk, adaletsiz buldukları yönetimi bir "toplumsal patlama"yla değiştiriyor! Onbinlerce insanın sokaklara dökülüp, her türlü zorlamaya/baskıya karşı durarak büyük bir kararlılıkla başlattıkları isyan, belki de yalnızca Tunus'un değil, diğer Arap ülkelerinin de kaderini değiştiriyor.

Sahi, değiştiriyor mu?

Elbette bunu zaman gösterecek; ama görünen/umulan o ki, evet değiştiriyor!

Öteden beri, Batı taraflı oryantalistlerin bakış açısıyla, Arap ülkelerindeki gerek otokrat yönetimler gerekse demokrasiden uzak hayat standartları; hep İslam'la ve bu dinin getirdikleriyle ilişkilendiriliyor. Arap ülkelerindeki anti-demokratik tutumların, İslam kaynaklı bir kültürden esinlendiğine inanılıyordu.

Raşid El-Gannuşi buna cevaben, "İslamın vaad ettiği sivil ve kamusal özgürlükler, Batılı demokrasilerin fiili özgürlüklerinden çok daha geniştir" diyor.

Ne tür bir vesayet sistemi işliyor ya da hangi bölgesel denge unsurları, bu anti-demokrat bulduğumuz ülke yönetimlerine müdahale ediyor bilmiyorum ama açık ve net olan bir şey var: "Arap halkları, ülkelerinde demokrasi istiyor."

Ülke vatandaşlarının gençleri arasında yapılan anket sonuçlarına göre: Ürdün halkının %87'si,Suudi gençlerin %90'ı,Mısırlı gençlerin ise %98'i,yerleşmiş sistemin bir an önce değişmesini istiyor. Öyle ki, Arap milletleri içinde yapılan araştırmalara göre, Arapların hayranlık duyduğu liderler arasında hiçbir "Arap lider" yok!

Araştırma sonucundaki ilk 3 lider isim şöyle sıralanıyor:

 1)Recep Tayyip Erdoğan, 2)Hugo Chavez (Venezuela lideri), 3)Ahmedinejad (İran cumhurbaşkanı)

İlginç değil mi?

Bu sıralamanın oluşması, Arap liderlerine karşı bir tepki; aynı zamanda ismi geçen diğer liderlere karşı da bir beğeni olduğunu gösteriyor.

Arap halkları, liderlerini ve yönetimlerini beğenmiyor.

Çünkü bu yönetimler; ülkeleri o kadar zengin topraklara sahip olsa, 300 milyon küsur popülasyona ulaşsa dahi, bir araya gelemiyor! Amerika'nın Irak'ı işgaline, İsrail'in Filistin'e yaptıklarına karşı bir güç oluşturamıyor!

Gazze için en çok ses çıkaran, Arap olmayan iki ülke, Türkiye ve İran oluyor!

Yine, ilginç değil mi?

Öte yandan, Lübnan'da ardı arkası gelmeyen diplomasi trafiği, bölgede değişen dengeleri sergiler nitelikte.

Hizbullah yanlısı bakanların aynı anda istifa etmesi üzerine hükümetin düşmesi, ülkede istikrarsız bir ortam oluşturdu. Ve simdi bölgede etkinliğini artıran isimler alışık olduklarımızdan biraz farklı... Amerika basınının önde gelen isimlerinden New York Times, dış işleri bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında yayınladığı makalede, hem Lübnan hem de bölge genelinde yürütülen aktif siyasetin hayranlık uyandırdığından bahsetti.

Şimdilerde Ortadoğu’da farklı bir Türkiye var… Bugüne kadar herhangi bir gelişmeye karsı sessiz kalması talep edilen Türkiye, şimdi denge unsuru olmuş halde. Öyle ki, tarihte görülmemiş gelişmelere şahit oluyoruz. Artık, gelişmelerden etkilenen değil; gelişmelere yön veren aktif bir siyaset izliyoruz.

Evet, dengeler değişiyor.

Dünya gündemi sürekli değişiyor.

Her gün başka başka ülkelerden, başka başka haberler alıyoruz… Kimi gün Tunus'da bir Arap devrimine tanıklık ediyoruz, kimi gün Lübnan'da bir ilke imza atıyor ve Hizbullah'la görüşme yapan ilk dış isleri bakanımıza dair övgü dolu makaleleri görüyoruz.

Dünya nereye gidiyor bilmiyorum ama Türkiye ezber bozuyorbu kesin!

Online dergiler Online dergiler