Esra Baralı

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İlk öğrenimini Merkez Efendi Mevlevîhânesi’nden almayı taleb ettiyse de tabi ki talebi karşılanmamış, her zavallı Türk çocuğu gibi mahalle mektebine gönderilmiştir. Mektebin kapısında satılan sahlebin tadı hâlâ damağındadır. Neyse ki orayı sevmek için de kendince böyle sebepler geliştirebilmiştir. Uzun, yorucu, bir yerde kalıcı olmayı becerememiş bir okul hayatının yanında kendi hayatını yaşayabilmek için türlü arayışlar içinde olmuştur. En son  “Ud çalmayı öğreneceğim“ diyordu. Bir de uzun vakittir bir ‘uzak’ hasreti taşır içinde, yâ nasip. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden yüksek lisansını yapabilmek niyetiyle Hâne'sine avdet eylemiştir. Çiçek açmış bahçeleri sever.

Kafa Kâğıdı:    

 

Dünyada kendine yer edinememişlerin özlemi denir yol için. Dünyada değil de ‘dünyayı’ kendine yer edinemeyenlerin kaçış isteği gibi gelir bana daha çok.

Gözüne bir hedef kestirmeden yürümek, yolu kat etmek, sonrayı düşünmemek... Yüzü hep sonraya dönük, dahası onun merakıyla yaşayan modernoğlu için bir tedavi yöntemidir belki de bu. Gelecekte neler olacağını merak etmenin verdiği o esaret duygusundan kurtulmanın, aklı ve gönlü sonrasızlığa açmanın, kendi ile meşgûl olmaktan kurtulmanın en ferah yolu.

Yolun, sıradan sıkıntıları unutturup, içinde bulunulan hâlin gayesizliğinin de insanı rahatlatan, gönlü açan,genişleten bir tesiri var. Böyle bir hâl içre bir zamandı, tipik bir doğuluyum, demiştim yoldaşıma, durup bakmaktan yapılmışım; şu yanımdan geçen evlere, ağaçlara, dağlara, gecenin rengine saatlerce bakabilirim.

Yola dair bir cümle: "Sonraki durağı bilmiyorum”.

Mesele biraz da bu. Belirsizlik, dünya hayatı içinde düzensizlikle musavi bir şeyse de, -yani en kötü düzene razı gelinen o duruma denkse bile-bilinmez olanda insanı kendine çeken bir şeyler var. Bilinmezi keşfetme isteği. Fethetme. Sonu gelmez bir imkân.

Yol sade gidilen, yürünülen, katedilen bir şey olmaklığıyla değil; insanın kendini, hayatı tanıması, tanımlayabilmesi için göze aldığı bir istikamet. Dünyanın, içine doğulan çevreden ibaret olmadığını gösterir insana; içteki keşif fitilini ateşler durur. Daha, daha, daha... Dahası vardır hep.

Gökhan Özcan geldi hatrıma böyle söyleyince, kendime çekidüzen verdim; “Daha ne, ne daha?” O şöyle diyordu altına kalemle oyuk açtığım satırlarda:

İnsanın eline verilmişti bütün yönler, işine yaramayacak ve durmadan umut bağlayacağı kadar; başka gidilecek yer yoktu çünkü, herkes için kendinden sonra.”

Kendimle kavga ettim sayın okur, şahitsiniz, ama unutun.

 

 

Kadın meselesi üzerine söz söylemek kaygan bir zemin üzerinde, elinde mikrofon ile bir topluluk önünde konuşmaya kalkışmak  gibi aslına bakılırsa. Seyircilerden her an bir yumurta gelebilir korkusu da cabası üstelik. Dengeyi sağlamak güç canım hemşîre!

Denge demişken, meselenin aklımda kavramsallaşmış hali de bu sanırım: Denge.

Birden fazla şeyin bir arada bulunuşu ile ortaya çıkan bir kavram olması yönüyle, kadının varoluşunun da bir “öte” ile, yani terazinin öte tarafını işgâl eden müzekker cins ile ele alınması icab ediyor. Mâdem Havvâ’nın gelişi, Âdem’in Âdem, cennetin cennet olabilmesi için atılan ilk adım; öyleyse birinden bahis açarken, aslında satır arasında bir diğerini de hatırlatmış oluyoruz.

Bu sebepten, ele alınabilecek birçok toplumsal, siyasî, dinî ilh. yönünün yanında, kadına cinsiyetinden öte öncelikle bir ‘mahlûk’ olması cihetiyle bakılmasının karmaşık görüntüyü biraz olsun berraklaştırabileceği kanısındayım. Yoksa sahiden ‘kadın' mefhumuna güncel hayattaki hangi yönüyle bakarsak –bilhassa toplumsal ve siyasi yönü- oradan kopan bir çığlık duyuyoruz. Nitekim bu da haliyle çözümsüzlüğü getiriyor.

Birçok meselede olduğu gibi keskin ayrımlar kutuplaşmayı doğururken, kişinin bir diğerini aşağı görmesine yahut onun var olma sebebini kendi varoluşuna bağlamasına sebep oluşturuyor. (Varolmaktan kastım halkedilmiş olmak değil, esâsen birey olarak varolma durumudur.)

Kadın ve erkek bir bütünün iki kutbudur, evet; niyetim bunu inkâr değil. Ancak iki ‘ayrı’ kutbudur ve birbirini tamamlar. Hem yaradılışları itibariyle hem de hayatlarını sürdürme biçimleri itibariyle aynı olmadıklarını kabul ettikleri noktada, birbirlerine karşı üstünlük sağlama çabalarının da son bulacağını düşünüyorum. Nitekim güç denen faktörü belirleyen şartlar değişkendir: Birinin bileği kuvvetliyken, diğeri olmadık acıları omuzlayabilir. Bu böyledir.

Bugün Havva kızları üzerine söz söylemek, baltayı baştan taşa vurma ihtimalini göze almayı gerektiriyor. Buradaki asıl problemin kadına nasıl bir pencereden baktığımızla ilgili olduğu kanısındayım. Şayet kadına, "bir dünya nimeti (yasak yemiş)” yahut  “putperest bedevînin hurmadan putu” muvâzenesinden bakılırsa, gündemi işgal eden haberlerin nihâyete ermesi mümkün değil.

Diğer taraftan, kadınların maruz kaldıkları her türlü şiddet biçimine elbette karşı durmanın yanında (ki nasıl karşı duracağımız üzerinde tekrâren düşünülmeli) bu mesele üzerinden atılan çığlıkların da istenilen şeyin aksi yönünde sonuçlar doğurduğu fikrindeyim.

Faşizmin sanıldığı gibi her zaman susturmadığı, ‘konuşturarak da susturduğu’ üzerine yapılmış bir tespiti, bu mevzuda da dikkate almamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Kolektif hareketler içinde bulunmaya niyetlenirken, kolektif yalanların içinde boğulmayalım.

Hak arama meselesinde terazinin öte tarafına başımızı çevirip bakma gayretini de göstermeliyiz sanırım. Zîrâ sosyal hayatta karşımıza maalesef çokca çıkan çığırtkan seslerin de kadına irtifa kaybettirdiği gerçeğini görmezlikten gelemeyiz.

Kendimce, her iki kutbun da diğer tarafın haklarına saygı göstermek ve riayet etmekten öte  ‘sahip çıkmak’ misyonunu edindiği ölçüde, terazideki dengenin kurulabileceğini ve gürültünün durulabileceğini düşünüyorum.

 

“döndü halk ve cüzzam ne gün yürüdü

ve hep bir yaprak değil miyiz ki

bir zaman yarıp çıkmak serüveninde

özdalımızı

toputopu bir mevsimi yaşarız işte

müşa’şa’ bir sonbahar figüranıyız

hepimiz de..." 

Bir keşiş yalnızlığına özenmek de değil aslında bizimki, biraz içine dönmek, fısıltıya benzer bir sesle titreyen şarkıya kulak kesilmek ihtiyacı. Meydandaki gürültüye kulak tıkamak da bunca zorken üstelik. Aslında neyi aradığımızdan da emin değiliz. Aradığımızı bulduğumuzda, bu buluş bir vuslata denk düşer mi, bu da şüpheli. Bir filmde adam kendine soruyor: “Ne istediğimi ifade etmek için doğru sözcüğü nasıl bilebilirim? İstediğim şeyi aslında istemediğimi nasıl bilebilirim? Ya da istemediğim şeyi istemediğimi nasıl bilebilirim? Bilincim dünyanın vejetaryen olmasını istiyor ama bilinçaltım bir parça et için yalvarıyor. Peki, ben ne istiyorum?”

Garip değil mi? İnsanda insana karşı koyan bir şey var. Aklına, kalbine giden yollarını tıkayamadığın bir bilinçaltın var. Bütün istediklerini yapamamak, istemediğini yapmak durumunda kalmak ve sonrasında yaptığını -cebren- istemek. Hangimiz bundan tamamıyla kaçabiliyoruz?

İrade verilip hür kılınmış yegâne varlık olarak, hürriyetimizin ve hareketimizin hududunu kestirebiliyor muyuz?

‘Tercih’ ettiğini zannettiğin şey, aslında sürüklendiğin bir gidiş hâli belki de.

Tamam, dur, sakin ol, karanlık bir şeyden söz etmiyorum; bak aslında diyorum ki takdir olunandan öte bir gidiş yolu zaten yok. Ve sana bu hayatta kalabilmenin gücünü verecek bundan başka bir kuvvet de yok. Takdire sığınmanın içine serptiği ümit seni ayakta tutan, hayatın şartı ümit.

İstemediğimizin -ya da öyle olduğunu sandığımızın- hayatımızdaki varlığı,  bunu isteyen bir iradenin varlığının en büyük delili.

Henüz 20’li yaşlarındaysan sürgit devam eden bir ne yapacağını bilememe hali, hangisinin doğru olduğuna karar veremediğin bir 'bilmem kaç yol ağzı’nın orta yerindesindir. Bir ipucu da verilmemiştir üstelik sana, sen büyürken. Bana bunu söylemediniz, bana bunu öğretmediniz diyerek çalacağın bir kapın da yoktur. Hani insan bir rüyadan uyanınca anlar ya aslında ne gördüğünü, muhtemelen çok sonra, bu gençlik rüyasından -ağrısı da denebilir- uyandığında anlayacaksın aslında sana ne gösterildiğini.

Bunca kafa karışıklığıma kâğıdı ortak edip hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edeceğim birazdan. Neyse ki bir kaçış yolumuz var, kendimizden bile. Bazen.

Bazen bir duraksama sebebi oluyor, bir şey oluyor, bir yakınını kaybediyorsun meselâ, gidene senden daha yakın biri senin üşüyen ellerini ısıtmak için avucunun içine almış, ona ait bir anısını anlatıyor o sıra. Gözleri nemli ama koyverip ağlayamıyor erkekliğinden, kendini nasıl sıkmışsa, ellerini nasıl sıktığını fark etmiyor bile. Bak işte hayata böyle mim koyan bir anda fark ediyorsun aslında oyun’u. An’ları, o ’narin kesit’leri.. Şair, şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük, diyor oyun için. Yol, yol ayrımı, kaçış, arayış, istemek, istememek, istemediğini istemek, tercih, takdir  filan filan.. Hepsi gelip bir oyun’da birleşiyor. Ve insan -ne şu ne bu- iyi oyunundan soruluyor sadece.

 

Medeniyyet, yani sözlük anlamıyla medenîlik, şehirlilik. Bir şehre aidiyet hissedebilmek için, o şehrin ruhuna vâkıf olmak lazım ki bu da şehre insanî ve mimârî yönüyle bakmayı gerektiriyor. “Bizim bakacak ne’miz kaldı?” deme işi maalesef bizim neslin bahtına düştü. Baudlaire bir şiirinde “ Eski Paris yok artık, ne yazık bir şehrin şekli, bir fâninin kalbinden daha çabuk değişiyor.”diyor. İnsan doğduğu, yaşadığı şehrin otuz kırk yıl sonraki hâlini, benimseyemediği hayat tarzı, mimârî üslûbu yüzünden yadırgayabilir. Bu insânî bir durumdur; çünkü içinde biraz gençliğe, geçmişe özlem barındırır. Fakat hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, her şey değişir; değişmelidir de. Ancak, mesele bu değişimin nasıl, ne biçimde teşekkül ettiğidir. Tanpınar, “İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız” der. Kendimizi, yani rûhumuzu, medeniyetimizi. İnsan ancak anladığını tanır ve bilir. Anlamak için de duymak, duyumsamak, kavramak lazımdır. Ancak bu şehirde duyduğumuz şey, inşaat makinalarının ve araba kornalarının gürültüleri; gördüğümüzse göğü delen gökdelenler maalesef. Mekânlar, dönemin zihniyetinin resmini de çizer aslında bize. Her şeyin bu kadar hızlı şekilde değişmesi ve üstelik bunun bir gelişme olarak addedilmesi, derin olmayan yaşama kültürümüzden kaynaklanıyor. Değişirken, eldekinin üzerine bir şey koymak şöyle dursun, yapılanı dahî koruyamıyoruz... Dört nala modern görünene koşuyoruz. İşte bunun sonucunda her birimizin oyun logolarından yapılmışcasına, ufacık pencereli ve alabildiğine selvi boylu evlerimiz oluyor, bahçeler “dede” lerin bahçesi olarak kalıyor.

Ancak bu neslin çocukları, göğe baktığında füze şeklinde, sözümona modern taş binaları değil, göğün maviliğini görmek istiyor. Umarım bu koşuya bir ara verir, durur ve neyi kaybettiğimizi hatırlarız.

Esra Baralı

Online dergiler Online dergiler