Ümit Ortak

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Üniversiteye kadar doğup büyüdüğü Antalya'da yaşadı. Hukuk fakültesi, biraz oyalandığı bir durak oldu. Hukuk bürosunda dilekçe taşıdı. Seyahat dergisinin jokeri oldu. Sosyal medya danışmanlığında e-bekçilik yaptı. Sinema sitesinde haber editörlüğü yaptı. Bir kısa film yazdı. Hayatı izlemeye devam ediyor. 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:    

 

Sokağı hizaya çeken tarihi duvarın karşısında, ön yüzü boydan boya camla örtünen dükkânı görür görmez yürüyüşü yarım kaldı. Parmağı -alışılmadık bir şekilde- deklanşöre gitmedi. Usta bir fotoğrafçı gibi manzarasını izledi. Sağ elini çenesine götürerek ağzına saçılan sevinci sildi. Gözüne takılan “kiralık” yazısı kaşlarını çatmasına sebep olurken, kâğıdın yırtılma sesiyle birlikte keyfi kaldığı yerden devam etti…

Dış camı son kez silen Zeynep bir an durup içeridekileri izledi. Fikret’in elinde boya kutusu, Halit’in arka cebine katlamakla sığmayan tasarım kâğıdı, Mustafa’nın alnında biriken ter damlaları, resmini asmak için yer arayan Filiz’in yuvasına sığmayan gözleri, çalınacak müziklerin mekânla uyumluluğu konusunda direten İskender’in radyoya yakın duran kulakları, çayların tazeliğini koklayan Burcu’nun kavanozlara giren burnu…

Yeter artık canını çıkartacaksın camın” dedi Cemal. Tatlı dalgınlığını fark eden Zeynep toz bezini arka cebine sokuşturup içeridekilere dâhil oldu. Her biri ayrı marifetlere sahip olan bu insanları bir araya toplayan bu işletmenin –ilk gençlik zamanlarında aradıkları- müstakil evrenleri olduğuna emindi Cemal. Burada kristal insanları ağırlayacak olmak içini ferahlatıyordu.

Bekir, elinde ilk tepsiyle açılışı yapıyordu. “Cemal abi buyur çayın.” dedi. Müstakil Evren’in karşısında ilk çay yudumlanmaya başlamıştı. Sokağı izleyen Cemal, birinci kattaki Yeşim teyzeyle göz göze geldi. “Ara sıra anahtarı sana bırakacağım. Ben yokken çocuklar senden alırlar. Hem göz kulak olursun onlara.” der gibi bakıyordu.

Memnuniyetle başını eğen Cemal, çayından ikinci yudumu alıp sokağı izlemeye devam etti. Üste dar gelen elbiseden taşan ete andıran geniş otomobili zorlayan dönemece odaklandı. Necla ablanın kızının fiyakalı otomobilden ineceği köşe değil miydi bu? İsmini bilmediğini bu genç kızın görüldüğünü fark etmemesi için başını çevirecekti elbette. Fakat olur da bir şekilde işkillenen babası gelip ağzını ararsa, kamu düzeninin devamlılığı için “bir şey olduğu yok da sen yine de dikkat et” diyecekti.

Upuzun uzanan sokağı paralel şekilde defalarca kesen ara sokaklardan türlü türlü insanların çıkacağını biliyordu. İt kopuk takımının birilerinin mahalleye dadanabileceğini düşündü. Sorumluluğunun biraz daha arttığını hissetti. Tedbiri elden bırakmamalıydı. İt kopuk takımından olduğuna kendini inandırmaya çalışan sivil polisler de pekâlâ gelebilirdi. Sözsüz, yazısız bir garip anlaşma ile onların suyuna gidecekti.

Bülent Bey'in ergen olduğunu hatırladı birden. Abilerinin kadınlar hakkında söylediklerini anlayacak yaşlara daha olsa da, kuytularda sigara içme zamanlarındaydı Ahmet. Görür görmez çay kahve muhabbet derken alacaktı karşısına. Kızlardan konu açıp meseleyi dumanın zararlarına getirecekti. Başın sıkışınca “gel” demeyi unutmamalıydı. Harçlığını ise muhakkak sormalıydı. Fakat ağızlara sakız olmuştu bir kere. Dikkat etmeliydi. Lafta kalmasın diye cebine üç beş kuruş sokuşturup samimiyetinin üstüne çizmeden altını çizmeliydi. Kendisini aldatan büyüklerinden öğrenmişti bunu. Ergenlik hali ya, baktı dinlemiyor Ahmet, Osmanlı tokadını güncelleyerek son çare olarak deneyebilirdi.  Gelenekten beslenen modernin baş döndürücü sarhoşluğu onu kendine getirmez miydi?

İşlerinin iyi gittiğini gören komşu esnaflardan biri -illa ki- arıza çıkartmak için bahane arayabilirdi. Hazır olmalıydı. Akşam süpürüp kapattığı dükkânı, sabah çöp içinde bulabilirdi. Bu durumda bir kez daha süpürmek o kadar zor olmazdı. Sabretmeliydi. Baktı olmuyor, o yokken camını kırabilirdi. Yok yok, bu ona yakışmazdı. Bir akşam kalabalık gelen grubunu masa, sandalye kirli diyerek arızaya yer arayan komşusunu da işaret ederek müşterilerini oraya yönlendirebilirdi. Kazancından olurdu ama kamu düzeni yeniden tesis edilirdi.

Bir gün mahalleye bekâr bir hatun taşınabilirdi. İsmi veya cismi Afet olurdu muhakkak. O, sokakta görününce Tarkan'ın -belindeki kemer olayım auvv..- şarkısı çalacaktı. Şaşkınlığı geçince de “bu ne biçim şarkı” deyip Tarkan'a sövecekti. Fakat yandan yandan hatunu izleyerek derin de bir nefes alıp ocağına dönecekti. Sonra iç sesi mikrofonu eline alıp “ayıp değil mi lan senin yaptığın? Yakışır mı emanete hıyanet etmek diyecekti? Sadri Alışık filmlerinden öğrendiği jest mimiklerle “ama çok güzel be” diyecekti.

Cemal, önüne düşen yaprağı eline alırken yaşamak da ölmek de bizim için diye düşündü.  Ahmet abi ansızın kalp krizinden ölebilirdi mesela. Çoluğunun çocuğunun ortada kalması da cabası. Bu durumda önce -biz ölmedik- diyecek sonra da mahalleliye ellerini ceplerine atmayı teklif edecekti. Ne toplanırsa toplansın, Ahmet abiyi kaybetmenin dalgınlığı geçene kadar onları ayakta tutmalıydı. Oğlu liseyi terk etmesin diye yarı zamanlı iş bulmak da lazımdı. Onlar hayatlarının geri kalanına alışana kadar mahallenin pusuda bekleyen itleri paspas olacak kapılarında. ‘Hoşt’ demeyi bilmeliydi. Rahmetlinin şeker gibi adam olduğunu hatırladı. Umulur ki Allah mekânını cennet ederdi.

Mahallenin atsan atılmaz, satsan satılmaz gençleri Akif, Fikret ve Cansın masada muhabbet çevirirken konuşmalarını duyabilirdi. O da ne! Faruk kısa yoldan zengin olmanın yolunu mu bulmuşmuş? Akif, Fikret ve Cansın’a göre ‘her koyun kendi bacağından mı asılırmış?’ Eş dost birbirini desteklemeyecekse neye yarardı ki iyi günlerin gülüşmeleri? 2500 yıl öncesinden bir ses değil miydi “dostlarının ziyafetine yavaş, felaketlerine koşarak git” diyen? Akif, Fikret ve Cansın üçlüsünü daha sonra dövmek üzere dükkandan koşar adım çıkacaktı Cemal. Derhal Faruk'u bulmak gerekti. Dayanamazdı Cemal. Koşar adım çıkar giderdi dükkandan.  Akif arkadan seslenecekti “abi bize çay vermeyecek misin? Hayırdır nereye?..” sesi arkada kalırken “çay yok bok için” diyen Kemal Sunal repliği gelecekti aklına. Hangi duygu yoktu ki repliklerde karşılık bulmasın?

Elindeki bardağın sıcaklığı henüz geçmek üzereydi ki Bekir’in -Cemal Bey- dedi hitabını işitti. Kendine gelen Cemal, ilk müşterilerinin ayakta beklediğini görüp, heyecanla: “efendim hoş geldiniz, biz de sizi bekliyorduk” diyerek yer gösterdi. Kapıda asılı olan fotoğraf makinesini kaptığı gibi ilk müşterilerini fotoğraflamak istedi. Açılışı yapmanın heyecanını yaşayan bu insanlar memnuniyetle poz vermeyi kabul ettiler. Cemal kadrajını ayarlamış tam deklanşöre basarken Fikret elindeki Müstakil Evren tabelasıyla dâhil oldu fotoğrafa.

Sokakta dikkatimi çeken bir ses duydum. Beni ilgilendirme ihtimalinin olmadığı o sese yönelerek ne olup bittiğini anlamak istedim. Aklıma geldikçe üzülürüm o anki aylaklığıma. Şoför koltuğunda gördüğüm, ona ne kadar da benziyordu. Hiç ihtimal vermezdim bizim sokakta onu göreceğime. Gerçek, tüm gerçekliğiyle şaşırtmıştı beni. 

Muavin koltuğunda oturanı seçemedim fakat, kendimi orada hayal ettim. Sesimin en etkileyici, ifademin en cezbedici, üslubumun en naif, teklifimin en kaçırılmaz haliyle ‘bas gaza’ dedim. Ömrümün en güzel yolcuğunu yapıyordum. Acaba çok mu hızlı gidiyorduk? Çünkü tekerleklerin yerle temas etmediğini fark etmiştim. Dikiz aynasından geride kalan halimi dikizlerken gördüğüm tam olarak buydu. Hakikaten de gaza basmıştı. Aşk yuvamız adeta uçuyordu. Ellerine baktığımda biraz tedirgin oldum. Direksiyonu incitmekten çekiniyormuş gibi tutuyordu. Ah dedim, kristal bir şahesersin sen. Geçti tedirginliğim. Yolu izliyordum fakat şehrin sokakları bomboştu. O benim için çok özeldi evet ama yoksa bütün şehir için de öyle miydi? İçimde bir şüphe oluştu. Bir şehrin tamamı o insana kendini özel hissettirirse o kişi biraz şımarmaz mıydı? Üstüme dar gelen ceketimin içinde kıvranarak onun gözlerine baktım. Öyle kendinden emin, öyle sevecen bakıyordu ki , içim içime sığmaz güven duygusuna teslim oldu. Elbette bunda ceketimin cebindeki fesleğen kokusu da etki etmişti. Duygularımın manipülasyona açık olduğunu saklayamam. Camı biraz açıp saçımın her bir telinin uçuşmasını istedim. Belli mi olur belki çok hoşuna gider. Fakat kapı kolunda temas edebileceğim bir tuş bulamadım. Birazcık hava katmak isterken daha beterini yapabilirim endişesiyle, saçımı uçuşturma fikrinden vazgeçtim. Lanet olsun fazla otomatik arabalara. Aşk yuvamızın dört kişilik olduğunu  fakat; iki kişi olduğumuzu fark ettim. Bir ben, bir de o. İki çocuk yapmamız gerektiğini söylemek için biraz erken olabilirdi. Acaba hangi isimleri beğenecektik yavrularımız için?.. 

Arabayı park etmek isterken acemice direksiyonu kırmasıyla farları gözümü aldı. Bir an her yer bembeyaz oldu. Yaşlı bir amcanın geel gel gel diyeceğini zannederken: ‘Çok afedersiniz, çok özür dilerim, size rahatsızlık vermek istemezdim’ dediğini duydum. Sesinde ağlamaklı bir hüzün vardı. Bunu ona yaşattığım için kendime kızacak oldum fakat yeri ve zamanı değildi.  Gözlerimi ovuşturmayı bırakıp onu izledim. ‘Rrrica ederim’ dedim. O da beni tanıdı. ‘Aa,sizi hatırladım. İsminiz, isminiz,ah kusura bakmayın, daha önce karşılaşmıştık değil mi? Tekrar kusura bakmayın lütfen. İyi akşamlar ‘dedi ve arkadaşıyla birlikte arkasını dönüp gitti. Kurak sokağıma ceylan inmişti adeta. Peşinden gitmeye karar verdim. Seke seke uzaklaşıyordu. Aramız gittikçe açılıyordu. Her adımda beni geriye çeken, her adımda onu biraz daha ileri iten gizli bir güç vardı. Ben koştukça aramızın açılması anca rüyalarda olacak türden saçmalıktı. 

Kafamı, kenarında oturduğum pencere camına vurunca fark ettim. Şoför koltuğunda oturan gerçekten oydu. Nazlı Ceylan’ım ne de güzel park edemiyordu arabasını…

Online dergiler Online dergiler