Hümeyra Levent

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1990 yılının eylül ayında, İstanbul’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra, iki sene Marmara Üniversitesi’nde okudu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenim görmeye başladı ve hâlâ burada öğrenci. Büyük şehrin uğultusundan kaçmak için çocukluğundan beri kitapları ve kâğıtları kendine sığınak belliyor. ‘Görünürdeki hayatı bundan ibaret’.

 

 

Kafa Kâğıdı:     

 

"Bir göç mevsimiydi kaybettim onu. Büyük, gürültüsüz, suskun,

daha doğrusu susturulmuş kalabalıklarla birlikte kaybettim onu’’

Göç, bir anlamda gurbet. Açtığın dalı, bittiğin toprağı, aydınlattığın geceyi terk ediş. Terk-i diyar eyleyiş. Acının ve yoksulluğun iç içe geçtiği yol alma hali.

***

Varılacak bir yurdun, sığınacak limanın olması halinde ise kaçış belki. Saklandığın yerlerden yüzeye çıkış. Kötülükten iyiliğe, hayalden hakikate, esaretten özgürlüğe… Arınmış gökyüzüne şöyle bir bakış.

Bir sevda türküsüne konu olan gönül yarası. Yarım kalan hikâyelerin -miş-li geçmiş zamana işleyip orada kalakalması. Hikâyelerin ardında kalanlara yetecek kadar gözyaşı.

Posta güvercinlerinin artık uğramadığı uzak şehirlere gönderilmiş mektuplar kimi zaman. Mürekkebinin rengi solmuş, rutubetli bir elbise dolabında noktasına, virgülüne kadar unutulmuş mektuplar.

Bazense, sürgün.Köklerinden hoyratça koparılmış bir ağacın bütün insanlığa küsüp gitmesi gibi. Bir şairin şiirinde, annenin ağıtında, babanın sigara dumanında. 

Bir dizeye sığmış sonbahar. Göç mevsimi. Hazan. ‘’Dedim ya. Eylül’dü. Savruluşu bundandı, kimsesizliğimin…’’

Umutlarını ülkesinde bırakmış, ‘yaşından yorgun’ bir çocuğun yüklendiği yaşamın ta kendisi bazen.

***

Göç, çoğu zaman gönülsüz bir vazgeçiş. Akıp giden ırmağa çaresiz boyun eğiş. Coğrafyasız ve dilsiz.

 

 

Yol, şehir ve yolcu. Hangisi yekdiğerini kuşatıcı? Kaderi ‘’kalmak’’ değil, ‘’gitmek’’ üzere yazılmış olan yolcuyu bir şehre bunca bağlayan ne? Yollar bitimli, şehrin ışıkları ise zahiri amenna, öyleyse yolcunun bildiğinden yüz çevirmesine sebebiyet veren ne?

Uzun zamandır buraya kök salmışım. Şimdi sırtımda ufak bir çanta hayatın pencere kenarından bakıyorum. Bir ummanın ortasındayım; ürpersem de aczimi bir kez daha idrak etmenin verdiği teslimiyet ile arkama yaslanıyorum. Kök saldığım yerlerden şimdiye dek çok uzaklaşmamışım, ayrılık mefhumu nedir bilmiyorum henüz, bu yüzden olacak baktığım pencereden uzakları iyi seçemiyorum. Zihnime sıralanan düşünceler kimsesiz kalıyor, mecbur çantamın kapağını aralayıp kâğıda ve kaleme dönüyorum. Beni sorgusuz sualsiz ağırlıyorlar; sadakati bir kez daha onlardan öğreniyorum.

Defteri açtığımda arasından sahaflardan topladığım bazı eski kartpostallar düşüyor kucağıma; beklenmedik bir misafir. Yolculuğum kısa sürecek olsa da bana eşlik edecek siyah beyaz insanların, evlerin ve sokakların varlığına seviniyorum. Hayatın pencere kenarından uzaklaşıp, mazinin aralık kapılarından gün yüzüne çıkan bu yitik yolculara ve evlere bakıyorum uzun bir müddet. Aşina olmadığım yüzler, gölgesinde soluklanmadığım asırlık ağaçlar, hikâyesinden bihaber olduğum virane evler görüyorum. Kimler yaşadı burada? Hikâyesinden bihaber olsam da, hüznün eşyaya yansımış halidir bir ev, bunu biliyorum.

Resimlerdeki insanların içinde bulunduğu ana ve mekâna bugünden bakıp bir anda onların içine dâhil olmak istiyorum. Kendimi resmin içindeki kadife elbiseli küçük kız sanıyorum. Bir bayram günü sanırım. Zira annemin genç sesi geliyor kulağıma; ‘’az ye şu şekerleri!’’ diye seslendiğini duyuyorum. Bir çocuk misket oynuyor az ötede, imreniyorum. Onun sokaklarda oynayan çocukluğunu siyah beyaz resmin arasından çekip kendi çocukluğuma yama yapıyorum. Hikâyenin İstanbul’da geçtiğinden her nedense şüphem yok ama kaybolduğum bu yerler hangi sokak araları kestiremiyorum.

Bir diğer resimde görünen sokaklara aşina gibiyim. Görünen geçit Süleymaniye Kütüphanesi’ne giden yol. O güzergâhtaki yollar, türbeler, ağaçlar bana da şahit, benim gençliğimi de saklayacaklar sonsuza dek. Bunu bilmek beni içten içe mutlu ediyor ve resimlerdeki yitik yolcular ile aramdaki mesafeyibiraz olsun görünmez kılıyor. Şimdi şu karşı yolda pilavcılar uzanıyor, renkler çok değişmiş evet ama aynı manevi hava solunuyor. ‘’Ben bu sokakların öğrencisiyim’’ diyesim geliyor resimdeki insanlara. ‘’Kaldırımlarını aşındırmışlığım, bir köşesine çekilip dinlenmişliğim, ezanlarında ellerimi semaya açmışlığım var. Çok hakkı var üzerimde bu semtin.‘’ diyemiyorum…

Resimleri defterin arasına emanet ediyorum isteksizce ama aklım o yitik yolcularda kalıyor.  Bu âlemin yitip gidenlere sanki hiç şahitlik etmemiş gibi aynı devran içinde dönüp durması ağırıma gidiyor. ‘’Yaşanmış’’ ile ‘’yaşanmamış’’ olan zaman karşısında nasıl da ‘bir’e dönüşüyor diye hayıflanıyorum. Resimler bahane belki de, kendimin de bir gün yitik yolcuların safında yer alacağı gerçeğine sitem ediyorum.

Görevlinin anonsu geliyor kulağıma, çantamı toplayıp inmeye hazırlanıyorum. Varacağım yere gitmem için bir otobüse binmem lazım. Güneşin kavurduğu sokaklarda sora sora ilerleyip bir durağa geliyorum. Yanıma gözlerinden ve ellerinden çok şey yaşadığı anlaşılan bir amca yaklaşıp, ‘’öğrenci misin evlâdım?’’ diye soruyor. Ve ardından ‘’ah gençlik!’’ diye derin bir iç çekiyor. Gözlerim hafif nemleniyor ama neyse ki beklediğim otobüs çok bekletmeden geliyor. Boş bir pencere kenarı bulup defterimi çıkarıyorum, aklıma çok sevdiğim şu satırlar diziliyor: ‘’Biraz gez, dünyanın hiç kimsenin olmadığını anlarsın. Nereye kök salsan bir başkalık, bir yabancılık taşıdığını. Nereye adım atsan sona kaldığını. O zaman anlarsın Âdem’den bu yana bu yer’li olmadığını… ‘’

 

 

" Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir ’’  

—Virginia Woolf

Öncelikle, bize verilen alan sınırlı olduğu için çok geniş kapsamlı olan bu konu hakkındaki fikirlerimi yüzeysel bir çerçevede aktarmaya çalışacağım. İtiraf etmek isterim ki, uzun bir süre önce kadını ve onun toplumsal konumunu merkezine alan araştırma alanlarının pek farkında değildim, bireyler için çizilen rolleri sorunsallaştıran ve toplumsal cinsiyet konusunu ele alan kitaplara da gözüm çarpmazdı. Tâ ki, çok değerli bir hocamdan aldığım dersin kafamda şimşekler çaktırmasına kadar…

Son zamanlarda kadından bahsederken başka kavramlar gelip hemen kelimenin yanına ilişiyor ve ona gölge düşürüyor; şiddet, eşitsizlik, ataerki ve daha nicesi.  Bütün bu kavramları sıklıkla işitiyoruz fakat anlamını ve toplumsal alanda meydana getirdiği kırılmayı iyi tahlil edemiyoruz diye düşünüyorum. Aslında biraz araştırdığımız zaman bu kavramların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde birbirine bağlı olduğunu ve neticesinde bir tür ‘zihniyet’ meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Baktığımızda, şiddet ve eşitsizlik, kadına ve erkeğe çizilen toplumsal cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Toplumsal cinsiyet ise elbette biyolojik değil; sonradan edinilen ve içselleştirilen roller olarak ele alınabilir.

Bu noktada kişiliğimizin şekillenmesinde büyük bir payı olan toplumsal çevre ve tabi olduğumuz eğitim sistemi büyük önem kazanıyor. Bilirsiniz, ‘erkek fatma olmak’, ‘kadın gibi ağlamak’ türünden normatif ifadeleri çocukluğumuzdan bu yana masumane bir şekilde kulağımıza fısıldarlar. Bu tür ifadeleri içselleştiren çocuk ise büyüdüğünde ağlamanın kadına ait bir duygu durumu olduğuna inanır; kadına ait, zayıf ve pasif bir hâl.  Her şey zıddıyla kaimdir denir. Ya da bir şey öteki ile birlikte var olur. İşte, kadını edilgen kılan bu türden söylemler de erkeği onun karşısında doğrudan etken, güçlü bir konuma yerleştiriyor. Birisi öteki oluyor, öznenin yanındaki nesne olmaya mecbur ediliyor. Ve öteki olan taraf hep kadın oluyor. Sonucunda ise kurgulanmış şu manzaraya şahit oluyoruz; güçlü olan zayıf olanı ezer, özne nesneye hükmeder.

Bir süre sonra şiddet, hukuki ve siyasi yapılar üzerine inşa ediliyor ve kurumsallaşıyor. Diğer taraftan kamusal alan ile özel alanın ayrımı ne yazık ki şiddetin kapalı kapılar ardında kalmasına ve meşru gösterilmesine sebep oluyor.  Kadın hakları, feminizm, eşitlik gibi kavramların gündeme getirilmesi birilerini rahatsız ediyor. Bu alanlara dair toplumsal algı ‘erkek düşmanı kadınlar’ şeklinde seyrediyor. Farklı ideolojileri benimseyen bireyler arasında bile ‘kadının ikincil konumu’ söz konusu olunca bir uzlaşma sağlanıyor. Mevcut olan bu ‘ikincil konum’ zaman içinde bir farklılık göstermiyor, sadece şekil değiştiriyor fakat aynı içerikle önümüze sunuluyor. Türkiye’nin tarihsel sürecine göz attığımızda, bu konum kürsülerdeki siyasetçilerin söylemlerinde, sayfaların arasında, yazarların kalemlerinde yeniden üretiliyor. Kadın, çocuk yetiştirmekle mükellef kutsal (!) bir anne, savaş bittikten sonra özel alana/eve dönmesi gereken bir yardımcı, modaya uymasını ve muhakkak güzel olmasını zihinlere empoze eden kapitalizmin hedef tahtası olarak araçsallaştırılıyor.

Son yıllarda korkunç bir artış gösteren kadın cinayetleri, özelde aile içinde genelde ise sokakta karşılaşılan eşitsizlikler bir an için sosyal bilimcileri harekete geçiriyor fakat sunulan çözümlerin pratikte bir karşılığı olmuyor. Ataerkil sistemi besleyenler mücadele yollarını tıkamaya çalışsa da kadın, sadece ‘kadın’ olarak, ‘insan’ olarak, öteki değil ‘eşit ve farklı’ bir birey olarak mücadelesine devam ediyor. Akademisyenlere, hukukçulara ve elbette biz kadınlara bu süreçte çok iş düşüyor, düşmeli de. Zira inşa edilen bu adaletsiz yapı iyileştirilemezse senede tek bir gün kadınların hatırlanmasıyla bahar gelmeyecek ve gelecek nesillerin ataerkil sisteme entegre olmalarını engellemekte güçlük çekeceğiz.

 

"Bir okumakla nizama girer hikâye, bir başka okumayla esasından bozulur. Bir bakışta gizli bütün mesele. Nereden bakarsanız, oradasınız. Bir bakışla kuruluyor kâinat çünkü. Bir başka bakışla temelinden çözülüyor’’

Vakitler içinde tecelliden yoksun bir vakit olmamasına rağmen düşüncelerin zihne mütemadiyen gece vakti sıralanması insanoğlunun sık sık yaşadığı bir hâldir.

Dışarıda şehrin gürültüsünü yutup onu sükûneti ile saran karın eriyerek yere düşen sesi, içeride ise gecenin sessizliğinde daha çok zuhur eden kalbin ritimleri hâkimdi. Sahi dedim, benim içimde hiç yorulmadan çalışan bir kalp, damarlarımda durmaksızın dolaşan kan ve muhteşem bir nizam içinde eylemlilik gösteren bir mekanizma vardı. Yaratılmıştı, yokken var edilmişti, tıpkı kâinat gibi insan da bir düzen içreydi. Fakat bu düzenin sahibi değil, bu düzene borcu olan bir varlıktı. Sonra düşündüm ki, sesini duyuran bu kalp bir gün sus pus olacaktı. Oysa nasıl susardı? Ben bu düzene alışmıştım.

Alışkanlığım öyle had safhaya varmıştı ki neredeyse farkındalığımı da yitirmiştim. Eriyen bir kar tanesinin yol açtığı bu düşünceler zihnimde uyanınca içimdeki nizam bir anda kaosa döndü, gerçeklerden mütevellit olsa gerekti. Kâinat ile insan arasında bir teşbih yoluna gidilirse birbirlerine ne çok benziyorlardı. Güneş biz aldırmasak da hep aynı yönden doğup batıyor, gece daima bir güne gebe kalıyordu. Dünya üzerindeki her şey kendisine verilen görevi tıpkı insanın kalbi gibi derin bir ciddiyet içinde ifa ediyordu. İnsan ise kâinatın bu sürekliliği içinde durmadan yürümek zorundaydı. Bilhassa şehir hayatı, insanı hep kısır bir döngü içerisinde oyalayarak filmin başına sarıyordu. Orada varmak istediği yere en kısa zamanda giden hızlı trenler, fiyakalı arabalar vardı.

Düşünmesi için durması elzemdi fakat yetişmesi gereken yerler, onu bekleyen bir yığın iş vardı. İnsan ki, hatırlamak üzre yaratılmıştı ama şehirdeki makinelere benzedikçe unutuyor ve daha ziyade etrafındaki tüm olan biteni kanıksıyordu. Kanıksadıkça yanından geçip yürüdüğü acılar olağanlaşıyor ve ölüm dahi onun gözünde ötekileşiyordu. Zamanın hiçbir işine kâfi gelmediğinden yakınıyordu. Zira zaman kavramının da bu süreklilik ve hareket içinde içi boşalıyor, tik taklara dönüşüyor, ajandalara ve takvim yapraklarına hapsedilen bir kavram halini alıyordu.

İnsan, yürürken arkasında bıraktığı yollara bir daha bakmıyor, kitaplarda altını çizdiği cümleleri dönüp tekrardan okumuyor, bilincinde yer ettiği insanların suretlerini ve seslerini mazide bırakıyordu. Yola revan oldukça kendisine ve geçmişine yabancılaşıyor, hep yarından medet umuyordu. Oysa insanın zaman ve mekân ile olan ilişkisi sadece kendi yaşayışı üzerinden deneyimlediği bir ilişkiydi.

Onun bunca telaşı, yorgunluğu ve geçmez zannettiği ne varsa kendisini geminin kaptanı sanmasından ibaretti belki de.

Bilmiyordu ki, içeride çırpınan kalbine ses verse, şehirdeki trenlerin hızına yetişmeye çalışmayıp hepsini kaçırsa, geminin kaptanı değil yolcusu olduğunun farkına varsa ve bir an durup yavaşlasa asıl hatırlaması gerekeni hatırlar, geçmez zannettiği ne varsa geçer ve tüm yorgunlukları son bulabilirdi. Zira iptidası ve ahiri bin bir muamma barındıran bu hikâyede insanın kapladığı yer kalıbı ile bir nokta kadar fakat gönlü ile cümle cihan idi.

 

Bugün bizim neslimiz ilim mefhumunun içine ne sığdırıyor? İlim ne için vardır ve kişiye ne kazandırmalıdır? Bir öğrencinin üniversite kapısından içeri girince beklediği ne ve ne ile karşılaşıyor? Bu soruların cevabını birkaç cümleye sığdırmak zor elbette ama bunlar, cevapları hemen hemen hepimizin kafasında şekillenen sorular.

İlim, anlam bakımından bilmek kelimesine tekabül ediyor, fakat asıl sorun içinde yaşadığımız çağda ‘’bilmediğimizi bilmeme, bilmediklerimizin farkında olmama’’ hususunda ortaya çıkıyor.  Liseden sonra doğru veya yanlış bir tercih yapıp üniversitenin kapısından içeri adımımızı atmakla, bir şeylerin peşinden sürüklenme yolculuğu başlıyor ve bu andan itibaren aslında hayal kırıklıklarından da koleksiyon yapmaya başlamış oluyoruz. Belki çok pesimistbir tutum ile yaklaşıyorum ama yaşadığımız ülkede kaçımız gerçekten okuduğu bölümü seviyor? Mezun olunca kaçımız ne yapacağını biliyor ya da okul sıralarında hocalarından aldığı bilgileri dimağında sentezleyebiliyor? Kimileri okuyamadığı babasının hayalini gerçekleştirmek için, kimileri bir diploma alıp çerçeveletmek için, kimileri salt para kazanmak için, kimileri de insanoğlundaki doymak bilmez ego tatmini için o kapıdan adımını atıyor belki. Bu durumda aynayı kendimize olduğu kadar akademisyenlere, eğitimcilere de çevirmek gerekiyor; zira bir tercih ile başlayan bu yolculukta içine düştüğümüz handikapta onların da payına epey hata düşüyor. Üniversitelerimizdeki sınav sistemi, genel kültür adı altında maruz kaldığımız bilgi bombardımanı, amiyane bir üslûpla söyleyecek olursam mezun olunca bir baltaya sap olabilmek uğruna giriştiğimiz yarış bizi amacımızdan saptırıp ideallerimizi silikleştiriyor ve bir an durup düşününce suçlayacak birilerini arıyoruz. Oysa insan bu dünyaya yalnızca bir kere geliyor ve yalnızca bir kere genç oluyor. Nesil olarak gençliğimizi, en verimli ve üretken yıllarımızı bu yarışın içinde mi ıskalıyoruz acaba? Üretmek yerine tüketiyor, öğrenmek yerine ezberliyor, bilmek yerine biliyormuş gibi yapıyoruz. İlim ve bilgi kavramları günden güne o kadar yüzeyselleşiyor ki, parça bütünün yerini tutmaya başlıyor. Mütemadiyen, alacağımız diplomanın hayalini kuruyoruz. Ne öğrenmenin ne de bilmenin hakkını veremeden mezun olduğumuzda ise elimizde diplomalarımız, zihnimizde sınavdan arta kalmış yersiz yurtsuz kelimeler kalıyor.

18. Yüzyılda yaşayan Fransız filozof J.J.Rousseau,  insanoğlunun doğuştan sahip olduğu saflığın kültür yoluyla bozulduğu düşüncesine kapılmakta ve toplumun eğitim anlayışına karşı savaş açmakta haklıydı belki de. Eğer içinde bulunduğumuz diploma ve etiket sahibi olma yarışına bir son vermezsek bilmekten ve öğrenmekten nasibini alamayan bireyler olmaya ve böyle bireyler yetiştirmeye mahkûm olacağız; ne kendini bilen ne de bilmeyi bilen…

  Hümeyra Levent

Online dergiler Online dergiler