Erdem Umudum

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

91 senesinde doğdu. Öğretmen lisesini bitirdi, hukuk tahsilini tamamladı. Sorulara olan merakı cevaplara olan iştiyakını azalttı. "Herkes koşar zıplar, bizimki yürüyemez..."

 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

 

1. Beşikten Mezara Bir Göç Olarak Yaşam:

  “Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen aldık döndük mezara”

Yunus Emre

İnsanın sadece yaşam sürme sürecini ele alırsak, insanı iki kelime ile özetlemek mümkündür: doğum ve ölüm. Ancak bu sadece bedeninin/cesedinin mevcudiyeti ile ilgili bir durumdur. İnsan ise hayat sahibidir. Hayat, yaşam ve ölümü mündemiçtir. Doğum, ölüm ve ölüm sonrası diye zaman bölümlerine ayırırsak mekân değişikliklerini ihmal ederek bu zaman hareketliliğinin öz-ne-si olarak insan “seyir ve seyahat” etmektedir. Ve doğumdan sonra doğum öncesine dönemediği, (beden olarak) öldükten sonra ölüm öncesine dönemediği için bu seyir ve seyahati [edebî bir yaklaşımla] “göç” kelimesi ile ifade etmek mümkündür.

İnsanın sadece beden varlığı dikkate alındığında “İnsan … hayvandır” şeklindeki tanımlamaların yüklemi bir anlam ifade eder. Zira hayvan, [Arapça orjinli: hayawan] yaşamın devam etmesi ile ilgili bir mefhumdur. Bu sebeptendir ki canlı türü olarak bahsedilirken “biyolojik olarak insan” yerine “beşer” kelimesi tercih edilir. Bugün “hayvan” kelimesinin yaygın kullanımına bakıldığında da “hayvan” diye isimlendirilen varlıkların belirgin özelliklerinin sadece yaşam sürdürmeye indirgenebilmesi ile alakalı olduğu anlaşılacaktır.

Her ne kadar bu yaşam sürme, beden sahibi olma hali “insan”ın varlık katmanlarının en aşağısı olarak tavsif edildi ise de “insan” olmanın primer şartıdır. Klasik dönemden(Osmanlı dönemi) intikal eden eserlere bakıldığında “hayvân-ı nâtık” şeklinde bir ifade ile karşılaşılır. Yani konuşabilen, [zımnında da düşünmeyi barındırır bu durum] hayvan(yaşam sahibi) olan insan, insaniyeti kazanabilmek için yaşam sürdürebilir olmalıdır. Bu, insana tanrı tarafından verilmiş; “var oluşun”, “varlık”ın asgari ve primer şartıdır. [Varlığın “tanrı” kaynaklı oluşunun gerekçesini açıklamak gerekirse: “tanrı” mefhumu ile kastolunan “oluş”tan, “zaman”dan ve “mekân”dan berî, “varlık”ı “var” eden “yok”u imkânsız kılan, daima ve mutlak “var” olan olduğu için bir septik filozofun dediği gibi: “Galiba tanrının varlığını kabul etmek durumundayız.” Burada bahsedilen bir kurum olarak “tanrı”lık makamıdır. O’ndan gayri tanrı olmayan, o makamın yegâne sahibi ve maliki olan Allah-u Zülcelal kastedilmemiştir. Nitekim din bahsinde inanma(iman) meselesinin tamamen şahsî olduğu, izahının ve isbatının kabil olmadığı malumdur.]

 

2. Beşeriyetten İnsaniyete Göç:

"Arifin her bir sözün duymaya insan gerek

Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi”

Niyaz-i Mısrî

Canlı türü olarak beşer olmaktan maada insan olmak, yaratılmışların en üstünü olmak vasfını kazanmak bir emek, gayret ve tasarruf meselesidir. Bu sayededir ki sadece yaşamdan ibaret olmayan bir hayatı anlamak ve daha mühimi “anlamlandırmak” mümkün hâle gelecektir.

Var olanı önemli kılan onun anlamıdır. Bazılarının anlamı kendinden menkul iken, bazılarının anlamı onlara kazandırılır yani o şeyler “anlamlandır”ılır. “Anne” mefhumu mesela her fert için oldukça önemli yer tutan bir mefhumdur. Dil, düşünce, yaşam ilh. pek çok mefhumla ilişkisi bulunan bir mefhumdur. Ancak kişi annesi ile yaşaması gereken tecrübeyi yaşamaz ise anne mefhumu o kişi için o kadar büyük bir anlam ifade etmez, etmeyecektir. Kural olarak çocuklar “anne” diye ağlarlar. Ancak annesinden ayrı babasının yanında büyüyen bir çocuk muhtemeldir ki “baba” diye ağlayacaktır.

“Anlamlandırma” beşeriyetten insaniyete geçme basamağıdır. İnsan çevresini, kendisini, dünyayı, yaşamı, ölümü, ölüm sonrasını “anlamlandır”ır. Bunun sayesindedir ki yaşam sürdürebilir. İntihar etmek üzere olanların sarf ettiği: “Artık hayatın bir anlamı kalmadı.” sözü bu durumu anlamamız bakımından bize yardımcı olacaktır. Hayatın anlamı denilen şey, insanın ona karşı aldığı konum ve bakış açısı ile ilgili olarak insan tarafından inşa edilen izafî bir kavramdır.

Bu inşa süreci içerisinde yaşadığı toplumun, kişinin anlam-değer dünyasına yaptığı/yapacağı katkılar da inkâr edilemez bir gerçektir. Kişi içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına, kavram dünyasına göre pek çok şeyi anlamlandırmaya başlar. Örneğin; yaşadığı toplumda büyüğün yanında yüksek sesle konuşmanın hoş karşılanmadığı bir kişi, bu davranışı sergileyen ve hakkında başka bilgi sahibi olmadığı birisini gördüğü vakit, (tanıdığında onu çok sevecek olsa dahi) o kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahip olacaktır.

Yani diyebiliriz ki kişi dünyayı sıfırdan anlamlandırmak yerine içinde yaşadığı toplumun (gayrî iradî) etkilemesi [dil, din, adetler…]  ile bunu yapacaktır.

 

3. Göçe Fazla Yükle Çıkmak Makul Mü?

"Cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhiyle

Cemiyet ah cemiyet yok eden güruhiyle"

Necip Fazıl

İnsanın dünyayı anlamlandırması onun yaşamı için elzem olmakla birlikte fazlaca bir anlamlandırma da kişinin -moda tabirle- yaşam kalitesini (!) olumsuz yönde etkileyecektir. İnsan bilinçli veya bilinçsiz pek çok kural/norm içerisinde hayatını idame ettirmektedir. Bu kuralların bir kısmı devlet tarafından koyulan kurallar olmakla birlikte, devletin koyduğu kurallardan daha fazla etkiye sahip olan toplumsal kurallar da oldukça fazladır. Globalleşen, tek tipleşen dünya dahi kendi “global kabilesi”nin kurallarını oluşturmuştur.

Sokrates Savunma’sında: “Araştırılmamış, eleştirilmemiş bir yaşam; yaşanmaya değmez.” der. Biz insanın birtakım kurallara göre, onları referans alarak hayatını idame ettirdiğini söyledik. Şüphesiz ki insan bir anlam-değer dünyası ışığında meydana gelmiş kurallara riayet ederek yaşamakla yükümlüdür. Aksi takdirde ahlâk perdesinden de kurtulmuş olur ki, bu onu lalettayin bir hayvandan farksız kılar. Yine bu kuralların içinde yaşadığı cemiyetin nev-i şahsına münhasır özelliklerinin de olması gereklidir ki o kişi dünyaya herhangi biri gibi olarak değil, kendisi olarak bakabilsin.

İmdi, ortada bir kural varsa iki ihtimal söz konusu olur. Ya kural uyulması gereken, iyiye,doğruya ve güzele ulaştıracak bir kuraldır; ya da uyulmaması gereken kötüye, yanlışa ve çirkine götüren bir kuraldır. Bu noktada kişinin uyduğu kurallar da iki kümeden birine girmek durumundadır.

Peki kişi uyduğu kuralların hangi kümeye dahil olduğunu nasıl tespit edecektir? Sokrates üstadımızın sözü burada devreye girer: “Sorgulayarak!”

 

4. Netice-i Kelâm Niyetine:

“Çağrışır tellallar inanmaz mısın?

Göçtü kervan kaldık dağlar başında”

Yunus Emre

İnsanın yaşamını kendisi sürdürmekle beraber bunu bir toplumun içerisinde yapmaktadır. (Farklı eksenlerde birden fazla kervanın içerisinde olması da mümkündür kişinin.) Toplumun kurallarına düşen rol, topluma mensup olan fertlerin “hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır.” Bunun ötesindeki kurallar toplumun yok ediciliği cüzünden olacaktır ki kişiye nefs-i müdafaa hakkı doğurur.

Ferdin içinde yaşadığı toplumun kurallarını tenkidinin ne denli zor bir iş olduğu aşikârdır. Zira bir şey hakkında kanaat bildirmek için ona belirli bir mesafede bulunmak gerekir. Bu bahsettiğimiz mesafenin fizikî ve fiilî olması gerekmez. Fikrî bir konumlama ve mesafe ile bu mümkün olacaktır. Soru şudur: “Bu kurallar ile nereye ulaşılabilir?”

Bu soruya tam olarak cevap verilmesi mümkün müdür değil midir bilinmez ama, bu soruya cevap verilirse ikinci perde zannediyorum ki şu şekilde olacaktır: “Ulaşılabilirliğin sınırları nelerdir?”

Tabi burada Şirazlı Sadî’nin ikazını tekrar etmekte fayda var: 

Be deryâ der menâfi’ bî-şomarest

Ve ger hâhî selâmet der kenârest

(Denizde sayısız menfaatler olmakla beraber

Selamet istiyorsan bu kıyıdadır!)

 

 

Şehitlerimizin Aziz Hatırasına...

Sair kullanımı bulunan ve ehli için oldukça zengin bir çağrışım zincirini tetikleyen bir mefhumdur yol. Hazreti Yunus’un dilinde “hakikat ve marifet”e ulaştıran “şeriat ve tarikat” mazmunun olarak karşımıza çıkar, Âşık Veysel’in dilinde hayata remzen… Fizikte de hareketli bir cismin hızını belirlerken “yol”un zamana nisbetine müracaat edilir.

Dücane Cündioğlu bir yazısında: “Aramak soru sormaktır; soru sormak yol adına ve yol için yoldan çıkmaktır.”[i] der. Sorulara olan iştiyakı cevaplara olan alakasını azaltmış biri olarak ben bu “yol”u tercih ediyorum.

İnsan, kural olarak, hâlinden memnun bir biçimde; belirli, öngörülebilir ve standart bir hayat yaşar. Bu hayat kültürü, tarihi ve inançları tarafından şekillen[dirilmişt]ir. Orjinalitesini ancak bu belli hayat tarzı içinde yaptığı “küçük şımarıklıklar” nisbetindedir. Bir hikâye anlatılır, soğanı çok seven bir topluluk sohbet ediyormuş. Biri diğerine sormuş: “Çok paran olsa ne yaparsın?”  Cevap vermiş: “Dünyadaki bütün soğanların cücüklerini yerim.” diye. O hesap…

Ama insan bu sıradanlık perdesinden bunalma eğilimindedir de aynı zamanda. İşte tam burada insanın beynine bir defa şüphe girmeye görsün [Yahut beyin bir defa şüpheye girmeye görsün] artık sorular arka arkaya gelmeye başlar ve bu sorular artık hayat yolculuğunu en azından durdurur. İnsanın hayatiyeti sona ermez ama işte hayat bildiğin hayattır akmaya devam eder ama insan ondan lezzet almamaya ve fikri olarak durmaya başlar. Soruların ciddiyetinin artması bu durağanlığı farklı yollara yönelme neticesini doğurur.

Mesela her sabah 7.30 da annesi tarafından ekmek almaya gönderilen çocuk “Neden?” diye sorduğu anda artık yeni bir yol aramaya başlamış olur. “Neden ben?” “Neden 7.30?” “Neden ekmek?” “Neden o fırın?” gibi herhangi bir biçimde sorulmuş olması neticeyi değiştirmez. Artık o çocuk ekmek alma yolunda durmuştur ve meseleye ciddiyetle eğilmesi nisbetinde yeni bir yol bulup o yoldan çıkacaktır ve tabi ki evin ekmek ihtiyacını ihmal etmeyip, ekmek ihtiyacını da gidermeye yönelik yollar arayacaktır.

Pek tabi bu örnek; Sanayi Devrimi sonrası Egzistansiyalist (varoluşa ilişkin) krize girmiş bir filozofun –Kierkegaard veya Sartre gibi- “Neden varım?” sorusunu sorması ile de değiştirilebilir. Zira bu soruyu soran filozof için de artık hayat yolu ve yolculuğu; hiçbir zaman eskisi kadar anlamlı, kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir halde olmayacaktır.

Soru sormak, cevap elde etmeye matuf yapılan bir fiildir. Ve verilen cevap ile elde edilen bilgi, insan hayatını şekillendirir. Mesela bir kişiye saatin kaç olduğu sorun, vereceği cevaba göre hayatınızı şekillendirdiğinizi görürsünüz. Saat 4’te bir yere yetişmeniz gerekiyorsa ve saatin 3.45 olduğu bilgisini elde etti iseniz artık hayat sizin için hızlı akmaya başlamıştır. Bununla birlikte “Hayatın kaynağı nedir?” “Hayatı anlamlı kılan nedir?” “Ahlâk nedir?” “Çok tanrılılık mümkün müdür?” “Hak nedir?” “Adalet nedir?” gibi hatrı sayılır bir “ciddiyet” kazanmış sorulara alınacak cevapların hayatı ne denli değiştireceğini varın hayal edin! Bu ciddi sorulara verilecek ciddi cevaplar bir ferdin değil; bir cemaatin, bir cemiyetin ve hatta belki bütün bir beşeriyetin “yoldan çıkıp” yeniden -ve belki yeni- “yola girme”sine sebebiyet verir.

“Yoldan çıkma” ifadesi Türk milletinin fikir anlam dünyasında olumsuz anlam taşıyan bir deyimse de yanlış yolda giderken yoldan çıkmanın olumlu bir anlam kazanacağı aşikârdır.

Gidilen yolun, yoldan çıkmanın ve yeni bir yol tercih etmenin doğruluğu tartışılabilir burada. Teoman Duralı: “Süreklice yol ayrımlarında kalıp karar vermek, sonra da verdiği kararın muhasebesini çıkarmak, canlılar evreninde bir tek insanın alnına yazılmış kader olsa gerek. … Karar verip tercihte bulunmak hür olmak, hürlükse hak-ödev dengesini tayin etmek demektir.”[ii] der.

“Yoldan çıkmak” veya “soru sormak” canlılar evreninde bir tek insan tarafından yapılabilen bir fiil anlamı kazandığına [daha doğrusu yazar tarafından bu anlam kazandırıldığına] göre mevzu iyice ilginç bir hal aldı demektir.

“Yoldan çıkmak” bir tercih meselesidir. İnsanı insan yapan, sorumlu yapan da bu tercih “edebilirliği”dir. Bu tercihi yapma zorunluluğu bulunmamakla birlikte dilerse yapabilir yani hürdür. Bu hürriyeti o denli geniştir ki hürriyetini kullanmama hürriyetine sahiptir. Yani “soru sorabilen” yahut “yoldan çıkabilen” her varlık biyolojik olarak insan[beşer]dır. Bu soruları sorulara vicdanını tatmin edecek cevaplar bulan biyolojik insanlıktan, hakiki insanlığa geçer. Bu sorulara zamanı, mekânı aşan; âlemşümul cevaplar verenler de peygamberler, sanatkârlar ve filozoflardır.

Tabi bu “yoldan çıkma” veya “soru sorma” her ne kadar Dücane Cündioğlu’nun tabiri ile yola dönmek için yapılıyorsa da her zaman bu netice ile sonuçlanmayabilir. Yani başka bir yola girmek neticesi de söz konusu olabilir. Nazım Hikmet’in: “yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?”[iii] dediği gibi; kişi yola dönmek için yoldan çıkabilir ama bu yol, onu eski yoluna çıkarmak zorunda değildir!

Ancak, insan kendi tercihi olmadan başladığı ve yine kendi tercihinden bağımsız olarak son bulacak olan hayat yolculuğunu anlamlandırmak için, sonunda ölebilecek kadar değerli kılmak için “yoldan çıkma” veya “soru sorma” riskine girmelidir. İlla ki cevaplarını kendisi vermek zorunda değildir, daha önce verilmiş cevaplardan birini de benimseyebilir ancak “soru sormalı” “yoldan[ve/veya yola] çıkmalıdır”.

Ciddi ve gerçek soru sormak ve bunlara ciddi ve gerçek cevaplar bulmaktır ki bütün yolları anlamlı kılar. Soru sormak şüpheyi içinde barındıran bir hal olduğu için ve şüphe zihinde değdiği her şeyi tarumar edeceği için burada takip edilecek yol da oldukça sıkıntılıdır ve pek çok riski barındırır. “Hangi soruları sormalıyım?” yahut “Hangi yollardan çıkmalıyım[dönmek veya dönmemek umurumda olmadan sadece en doğru yolu bulmak için]?”bu konuda da Descartes[iv]’in “şantiye metaforu”na fikir vermesi açısından müracaat edilebilir: “Descartes bir “şantiye metaforu”na müracaat etmekte ve nasıl ki asıl binanın inşaatının bitimine kadar öncelikle, ancak muvakkat bir süre kullanılacak olan bir şantiye binasının yapılması lazım gelmekte ise, benzer şekilde asıl ahlâka ulaşıncaya kadar geçici bir süre ihtiyaç duyulacak olan bir ahlâk anlayışının gerekliliğini belirtmekte ve bunun için Muvakkat Ahlâk(Geçici Ahlâk ya da Ön-Ahlâk; ‘Morale Par Provision’ )kabul ettiğini belirtmektedir. Muvakkat Ahlâkın Dört İlkesi ise şunlardır:

“Birincisi, Tanrı’nın çocukluğumdan beri içinde yetişmeme lütuf ve inayet buyurduğu dine sağlamca bağlı kalarak, memleketimin kanun ve âdetlerine itaat etmek, başka her şeyde de kendimi, birlikte yaşayacağım kimselerin en akıllıları tarafından umumiyetle amel olunan, en ölçülü ve aşırılıktan en uzak kanaatlere göre idare etmekti./…”

“…/İkinci düsturum, elimden geldiği kadar işlerimden geldiği kadar işlerimde karar ve sebat sahibi olmak ve en şüpheli kanaatleri bile, bir defa kabule karar verdikten sonra, pek emin ve şaşmaz kanaatlermiş gibi daima sebatla takip etmekti.”

“…/Üçüncü düsturum, her zaman talihden ziyade kendimi yenmeye ve dünyanın düzeninden çok kendi arzularımı değiştirmeye ve umumiyetle düşüncelerimizden başka hiçbir şeyin tamamiyle elimizde olmadığına, dolayısıyla dışımızda olan şeyler hakkında elimizden geleni yaptıktan sonra, gücümüzün yetmediği bütün şeylerin bizim için, mutlak olarak imkânsız olduğuna inanmaya çalışmaktı.”

“…/En sonra, bu ahlâka sonuç olarak, insanların bu hayatta yaptıkları türlü işleri, içlerinden en iyisini seçebilmek için, bir gözden geçirmek istedim; başkalarının meşguliyeti hakkında bir şey söylemek istemem; fakat kendime gelince, yaptığım işte, yani bu tür hayatımı aklımı ,işletmekte ve kabul ettiğim metodu güderek gücümün yettiği kadar hakikatin bilgisinde ilerlemekte kullanmaya devam etmekten daha iyi bir şey yapamayacağıma inandım.”[v]

İmdi bu “yolların ve yoldan çıkışların bir sonu var mıdır?” diye akla gelecek olursa, Hüseyin Nihal ATSIZ’ın “Yolların Sonu” şiirinden bir dörtlük ile yazıyı sonlandırma fırsatı elde etmiş oluruz:

“İster düşün… Kendini ister hayale kaptır

Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların

Bakarsın aldanmışsın gördüğün bir seraptır

Sevimli bir hayale açılırken kolların.”[vi]

 

[i] CÜNDİOĞLU, Dücane; “Aramak Yola Çıkmaktır, Yola Çıkmak Yoldan Çıkmaktır”, Yeni Şafak Gazetesi, 2 Ağustos 2003

[ii] DURALI, Ş. Teoman; “Felsefe-Bilim Nedir?”; Dergah Yayınları; 2. Baskı, Mart 2009;  s.42)

[iii] HİKMET, Nazım; “Bütün Şiirleri”; YKY Yayınları; 4. Baskı, Nisan 2008; s.933)

[iv] Neden Descartes’ın tercih edildiği hususunda teferruatlı bilgi için Fikir Adası’nda daha önce yayınlanan “Descartes’ı Düşünürken” yazımıza bakılabilir.

[v] HOCAOĞLU, Durmuş; “Descartes Felsefesi’nde Bir Problem Alanı Olarak Ahlâk”; Doğu-Batı Dergisi; Sayı 4, Ağustos  1998, s.92-93 (Descartes’ın Muvakkat Ahlâk Kaideleri kısmı HOCAOĞLU tarafından, “DESCARTES, Rene; Metod Üzerine Konuşma, M. Karasan çevirisi, Bölüm: III., s.25-29” kaynak gösterilerek verilmiştir.)

[vi] ATSIZ, Hüseyin Nihal; “Yolların Sonu”; Ötüken Yayınları; 15. Baskı, Mart 2015; s.12

 

 

1. Bir Bütün Olarak “Varlık”, Parçalanmışlık ve Dil

 

“Heyhat! Ateşli bir gayretle ve çok esaslı bir surette felsefe, hukuk, tebabet

ve hatta, maalesef ilahiyat bile okudum. Böyle olduğu halde gene ben, zavallı deli,

eskisinden hiç de daha akıllı değilim. Bana hoca ve hatta doktor diyorlar,

on yıldan beri öğrencilerimi burunlarından yakalayarak, bir yukarı, bir aşağı

yalan yanlış sürüklüyorum. Buna rağmen gene bizim hiçbir şey bilmediğimizi görüyorum.”

Goethe, Faust

 

İnsan idraki “varlık”ı zihin olarak bir bütün halinde kavrama kudretine sahip değildir. İhtimal “varlık”ı bir bütün olarak hayal edebilir, hissedebilir, ancak bütün olarak bilemez. Ancak bu bütünü parçalamak sureti ile “varlık” hakkında malumat sahibi olabilir.(Keşif ve müşahade yolu ile yakîn’in husulünü yazımızın dışında tuttuğumuzu belirtmek gerekir.)

Sosyal bir canlı olarak insanın iletişim vasıtası olan “dil” de insan aklının bir ürünü olması dolayısıyla, “varlık”ın parçalanarak kavranmasını telkin ve tesis etmektedir. Zira dil vasıtası ile gerek fertler gerek nesiller arası irtibat sağlanmakta; bu irtibat da dilin akıl mahsulü olması dolayısıyla parçalanmış bir şekilde gerçekleşmektedir.

İnsan herhangi bir konuşma faaliyeti esnasında, bir şeyi belirttiği anda, (örneğin bir manav tezgâhının önüne gelip, bir kilo elma alabilir miyim dediğinde, manavın da o dili biliyor olması kaydı ile) belirtebileceği şeyler kümesinin bütünlüğünü (elmanın, diğer meyvelerle bir bütün olarak bulunduğu manav tezgâhını, diğer meyveleri zihni planda arka plana atmak sureti ile) parçalamış olur. Akla gelecektir ki insanın kendini ifade etmesi ancak böyle mümkündür. Ancak, şu da kabul edilmelidir ki kişinin ifade ettiği (bir mevcut), ifade edebilecekleri (bütün mevcudat) ile kıyaslandığında oldukça mahduttur.

 

2. Bütünün Bir Parçası Olarak: İnsanlık

 

“İnsanlık tarihi fezada minicik bir yerdir, ve onun bize vereceği ilk ders tevazudur. Her ân bir kuyruklu yıldız dünyamıza çok yaklaşabilir ve bizim küçük küremizi, telaşlı rotasında altüst edebilir, veya onun insanlarını ve pirelerini zehirli gazlar veya sıcak dalgalarla boğabilir; veya gülümseyen güneşin bir parçası –bazılarının, kendi gezegenimizin birkaç astronomik ân öncesi yaptığını sandıkları gibi– rotasında, tanjant bir tarzda hafifçe kayabilir ve vahşi bir kucaklayışla üzerimize düşerek bütün ızdırap ve acıları giderebilir. Biz, çıktığımız yolda, her zaman vuku bulabilecek bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak kâinata, sert de olsa, Pascal’ın kelimeleriyle cevap veriyoruz: “Kâinât, kendisini ezdiği vakit insan, kendisini öldürenden yine de daha asil olacak, zira insan öldüğünü bilirken, kâinât, zafere eriştiği ânda hiçbir şey bilmeyecek.”

Will Durant, Tarihten Alınacak Dersler

 

Bütün olarak insanlık bahsinin varlık sahasında “minicik bir yer” kaplamasına rağmen yapılan incelemelerin ferd olarak insan veya bütün olarak insanlık üzerinde yoğunlaşması işte bu yüzdendir. Her ne kadar Pascal, insanı “şuur” sahibi olması ile vurgulamışsa da etik bakımından cürüm işleyebilirken iyiyi tercih etmesi de insanın varlık sahasındaki “asaletini” tasdik etmektedir.

Esasen varlık bütünü içerisindeki insanlık parçası da kendi içinde bir bütünlük arz etmektedir. Ve işte görüldüğü gibi onu da ilmî, ahlakî bakımdan incelemek yani mefhum bütünlüğünü mücerret biçimde tasnif etmek, parçalamak, daha ufak başlıklar altında incelemek mümkündür. Her ne kadar insanlığı “ontolojik bir bütünlük” içinde ele almak gerekse de bizim böyle işe kudretimiz yetmeyeceği gibi yukarıda izah edilen gerekçelerle bu bütünlüğü dil marifeti ile izah da mümkün gözükmemektedir.

 

3. Parçanın Parçası Olarak: İnsan

 

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen

Şeyh Galip

 

“İnsanlık” incelemek için mücerret olarak parçalanabileceği gibi esasında kendisi de müşahhas olarak  “insan” parçalarından müteşekkildir.

Fert olarak insanın, varlık kümesinin bir alt kümesi olarak insanlığın fezadaki minicik yerinde kapladığı alan belki hesaba katılmayacak kadar dar olmakla birlikte şu gözden kaçmamalıdır ki her iki kümeyi de boş küme olmaktan kurtaran unsur insandır.

İnsan iyiliği, güzelliği ve doğruluğu aynı zamanda kötülüğü, çirkinliği ve yanlışlığı birlikte içinde barındıran paradoksal bir varlıktır. Bu durumu fark edebiliyor, idrak edebiliyor oluşu onu farik; bunlar arasında tercih yapabiliyor oluşu onu mümeyyiz yapmaktadır. Bu bakımdan farik ve mümeyyiz oluşu ile birlikte değerlendirildiğinde varlığın vasisi, velisi ve kayyımı olmaktadır.

Bu durum “insan”a birtakım salahiyetler vermekle birlikte aynı zamanda birtakım mesuliyetler de yüklemektedir. Salahiyetlerini kullanırken gerekli dikkat ve itinayı göstermekle mükellef olduğu gibi salahiyetlerini ihmal ve mesuliyetlerini ihlal etmesi durumunda da tabiî, insanî ve ilahî müeyyidelere tabi tutulacaktır.

 

4.Hatime Niyetine:

 

“İnsan denilen meçhul”ün bu paradoksal hali onun karşısında gerek fikrî, gerek hissî, gerek ilmî olarak takınılacak tavrı da çetrefilli hale getirmektedir.

İnsan mefhumunun çeşitli görüşler tarafından tanrılaştırılmaya çalışıldığı, yok sayıldığı, var oluşun temel sebebi olduğu, varlığının yok sayılabilecek kadar küçük olduğu, sadece hazlarından veya hislerinden ibaret sayıldığı… malumdur.

İhtimaldir ki, insan bu sayılan özelliklerin yekûnudur. Ve farklı görüşler bu insan tezahürlerinin sadece birini veya birkaçını kendine merkez olarak kabul etmiştir. Hem madden, hem manen hareketliliği hayatiyeti ile birlikte devam eden insan da “insan”ı çeşitli dönemlerde ve çeşitli hâller üzre seyredebilir, müşahade edebilir.

Pir Sultan Abdal ile noktalayalım:

“Göl içinde çarha döner

Susuzluktan bağrı yanar

Âlemler seyrana iner

Seyir var seyir içinde”

 

 

 

Aşina yüzler görüyorum dört bir yanda

Sanki ölmeden önce gördükleri son kişi ben olmuşum

Sanki boğulurken yanlarından geçip sonra cesetlerini bulmuşum

Sanki intihara azmetmişler de alkışlamışım

Sanki taş taşısam öleceklermiş ve ben taş taşımışım

 

İnsanlar görüyorum:

Köpeklerin yatmayacağı yerlerde yatan

Umursamazlığı ile bir şey anlatan,

İnsanların gözüne değil vicdanına batan

İnsanlar…

 

Pusatlar görüyorum

Mermisi mürekkep,

Zırhı kitap,

Kasıtları habîs,

Akıbetleri hapis;

Ama niyetleri halis

Olan pusatlar…

 

“Ve” bağlaçları ile

–Bir yazarın “ve”ye olan nefretini bile bile–

Âlemleri bağlayan

Kendisine yazdığı tragedyaya ağlayan

Şairler görüyorum

 

Ve adım adım adamlıktan gidiyorum

Fiilleri faillerinin boyunu aşan

Hasret çekme hasreti cebinden taşan

İnsanları resmediyorum

 

Ve inanıyorum

Her noktasını ellerimle çizdiğim insanlara

Onlardan umuyorum

Onlardan soruyorum

Onlardan yoruluyor,

Onları yoruyorum.

Gölgelerde perdenin sırrını arıyorum

 

Ve soruyorum:

-Her üzmeme girişimin bir hezimet

Çiçeklerle bile hesaplaşamazsın

Annenle kucaklaşamazsın

Kavminle konuşup anlaşamazsın

Bilirsin bedel-i aşkı

Pazar-ı aşkta pazarlık yaparsın

Ey nefis cevap ver:-

Sen kime taparsın?

 

 

Aynanın şehveti gözlerini bürümüş

Aynalara,

Aynalarda sana,

Sendeki cana bakamazsın

Dümeni kırarsın Cebel-i Tarık’a

Bırak gemiyi,

Geminde kibrit yakamazsın

 

Ben mi?

Cümleler bana kurulu gelmezken

Gelse de bu hâlimi bilmezken

Mısra mısra kuleler kurmaya çalışıyorum!

Korkuyorum,

Belki kuleler dik duramaz

Belki her Hezarfen uçamaz

Belki kuleyi diken hülyaya dalar

Eserini semaya doğru derinleştirme sevdasına

Çukurluğunun farkına varmaz!

 

Ama ben;

Gramlık terazide,

Tonlarla yük çekerken,

İşte,

Hayalimde bile,

Yükselmek için kulelere

Anlaşılmak için kelimelere muhtacım

Onlara da zerrece yok inancım

 

“İbrahim

İçimdeki putları devir

Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine

Yenilerini koyan kim

İbrahim

Gönlümü put sanıp da kıran kim?”*

 

*Asaf Halet Çelebi’nin “İbrahim” isimli şiirinden alınmıştır.

Başlık Descartes’in tesiri ile mi tercih edildi yoksa başka bir âmilden mi husule geldi bilinmez ama, Descartes Efendi’nin cogito ergo sum hükmü mucibince “düşünme” fiilinin faili olarak müellif “var olmaya” hak kazandı galiba.

Kesif bir giriş oldu sanırım. Hikâyeyi biraz daha geri alıp oradan başlayalım…

İnsanların çoğu doğru sandıkları bazıları ise doğru bildikleri üzerine yaşarlar. Doğru sandıklarına/bildiklerine muarız, ciddi bir görüşle karşılaştıklarında da genellikle farklı bir âlemle karşılaşmanın verdiği yabancılaşma (alienation) hissi ile ufak bir buhran yaşarlar. Bu buhran ya dış aleme sirayet eder, muarız görüşün sahibi ile kuru bir mücadeleye kalbolur; ya iç âlemde kalır dışa vurulmaya cesaret edilemeyen düşünceler arasına ilhak olur; ya da iç âlemde kalmakla birlikte muhasebesi ve murakebesi yapıldıktan sonra ilmî, fikrî, edebî olarak zuhur eder ki zann-ı galibimize göre insanlığın ilim, fikir ve sanat tarihi de bu üçüncü zümreye giren buhranların tarihidir. 

İnsanların kahir ekseriyeti “doğru”yu bulma, bilme ve nihayetinde doğru olma vetiresi yerine; mensubu oldukları cemiyetin doğrularını doğru bilme neticesini kabul ederler. Bu hâli konformizmle (İng. Conformity kökünden) izah acımasız olacaktır.

Gözünde astigmat olan bir ahbabım ilk göz muayenesini anlatmıştı: doktor gözlüğe cam koyana kadar dünyanın öyle (düz, net ilh.) görülebileceğine ihtimal vermiyordum diye. Önce gözünde arıza olabileceği ihtimali aklına gelecek, yetmiyor bu arıza ihtimalini tetkik edecek ehil bir kişi olacak ve son olarak da tedavi iktiza ederse alet edevat bu tedaviye elverişli olacak…

Dünyaya gelinen mekânın ve tabi ki zamanın mevkiini diğer mekân ve zamanlara nisbeten tayin edebilmek oldukça zor bir iştir bu noktada. Deminki misali tahvilen devam edecek olursak, bir âmâlar diyarındayaşadığımızı farz edelim. O kadar uzun zaman gören olmamış ki diyarda, artık ahali “görme” diye bir şeyin muhal olduğuna iman etmiş. Bir kişinin bir şekilde gözlerinizi açmaya muvaffak olduğunu kabul edelim… Tabi ki artık görme hassasına sahip bir kişi ve bu yolla elde edilen malumat olacaktır. Ancak bu malumat âmâ ahali için bir şey ifade etmeyecektir. Ve dahi gözleri açılan, gördüğünü ispat edebilmek için en az bir kişinin daha görmesine ihtiyaç duyacaktır.Bu minvalde düşününce ancak pek cins kafaların âmâlar diyârında yaşama ihtimalini sorgulayacak liyâkat ve ehliyete sahip olduğu görülür. Ve bu cins kafa diye izaha gayret ettiğimiz mefhumun mahiyeti sorulacak olursa,tam mahiyetini bilmemekle birlikte tecrübeler ışığında kesbî değil vehbî bir hassa olduğunu keşfettiğimizi arz etmekle iktifa ederiz.

Başka herhangi bir mefhumu tecih etsek izah ve ispat zarureti hâsıl olacaktı, işbu sebeple bu fikir ile aramızdaki alâka özellikle “keşif” mefhumu ile karşılandı.“Zira bu nevi keşiflerin inançlar gibi gayri kabil-i ispat olduğuna inanıyorum.” Biraz paradoksal bir ifade olmakla birlikte “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanınına güvenerek burayı böyle muğlak bırakıyorum.

“Paradoksal bir ifade yerine apaçık bir izah yapılsa idi muğlaklık neticesi değişir miydi?” diye düşünecek olursak, neticenin değişmeyeceği yönünde bir karine hâsıl oluyor. Şöyle ki, “dia/log”da, şüphesiz logos yani iletilmek istenen mesaj bir ehemmiyeti haiz olmakla birlikte; (mesajı iblağa çalışan ve mesajı iblağ etmeye çalıştığı) tarafların içinde bulunduğu ahval ve şerait de –belki daha büyük– bir ehemmiyeti haizdir. Tarafların da “aynî”leşmesi teorik olarak mümkün görünmediği için, yani söyleyen ve dinleyenin “bir” olması “aynı” olması hadiseyi “dialog”dan “monolog”a çevireceği için diyalogda söyleyenin kastettiği ile dinleyenin anladığı arasında kural olarak mübayenet olacaktır.

Dolayısı ile şu an kâri, muharrir olmadığına göre zaten muharririn kastı ve muradı tam olarak anlaşılamayacaktır. Muharrir dahieseri telif ettiği andaki muharrir olmadığı için daha sonra mezkur eser açısından kâri sıfatını kazansa bile şüphesiz o da o zamanki kastını tam olarak idrak edemeyecektir. “Peki bu yazıyı kim anlayacak?” diye sorulur ise cevaben: “Yazının yazılma gayesi anlaşılmak mıdır?” sorusunu bir kenara bırakacak olursak; "hiç şüphesiz bizim bilebileceğimiz/ anlayabileceğimiz/ aklımız ile sınırlandırabileceğimiz bizi anlayamaz” deriz. Yani bu soruya ispat edilebilir bir cevap verilebilseydi, bu yazı telif edilmezdi deriz. Böyle birinin/bir şeyin var olup olmayacağı meselesi ise şöyle aşılabilecektir: Bir şeyin varlığı bizim onu anlamamıza/bilmemize bağlı değildir, onun bir idrake/fikre sahip olup olmaması ile ilgilidir. En azından Dekartyen Teori gereği hadise böyledir.

Bu son cümle ile Descartes’e avdet edilmiştir umarım, aksi takdirde yazı maksadından oldukça sapacaktır.

İnsanların kahir ekseriyeti doğru bildiklerine/bulduklarına/sandıklarına göre hayatını sorgulamaya çalışırken bazıları da doğruluk kavramnının mümkün olup olmadığını sorgularlar. İşte Rene Descartes, doğru bildiklerinin doğruluğunu sorgulayarak başladığı yoluna varlığın temeline inecek kadar devam etmiştir. Hatta hâli hazırda okunmaya incelenmeye devam ediyor ise yolculuğuna devam ettiği de söylenebilir.

En ufak şüphe beslediğim şeyleri yok sayacaktım” diye başlayan fikrî sürecinin ne denli sıkıntılı olabileceğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerektir. Bu bir anda sıfır noktasına erişmek anlamına gelir ki bir âlemi yeni baştan var etmeyi gerektirir. Görünen kısmı ile Descartes bu var etme faaliyetini yapmakla kalmamış, bu faaliyetini an be an seyretmiş ve ulaştığı neticeyi ilan ettiği gibi bu neticeye ulaşma “metodu”nu da ilan etmiştir.

“Düşünüyorum o zaman varım (cogito ergo sum)” diye darb-ı mesel haline gelmiş söz malumunuzdur. Böyle söyleyince pek bir ehemmiyeti olmayan bir lakırdı gibi geliyor olabilir. Ancak Goethe’nin işaret ettiği “açık sır”  mefhumu (ki Senail Özkan beyefendi Türkçe’ye bu şekilde kazandırmıştır)ve Descartes’in: “ukalâ takımı öylesine becerikli olmaya alışmıştır ki cahillerin bile gördükleri apaçık şeyleri görmemenin bir yolunu bulur” ikazı ile bu sözü beraber değerlendirmeye çalışalım.

Descartes felsefesine göre bir şeyin mümkünlüğü hakkında düşünüldüğüne göre o şey şüpheye şayandır. Şüphe edilen de yok kabul edilmelidir. Ancak üzerine düşünülen şey düşünenin kendisi olunca bu hâl varlık için bir mesnet olarak kabul edilebilir. Yani bir şeyden şüphe ediliyorsa o şey yoktur ama şüphe eden vardır.

Genel olarak baktığımızda Descartes okumalarını ve okulu bıraktıktan sonra sufî ıstılahındaki seyr-i enfüsî (iç âleminden keşfettiği)  ile kendine bir mesnet bir çıkış noktası bulabilmiştir: “Bizim çıkış noktamız bireyin subjektivitesidir... Çıkış noktamızdan bakıldığında ‘düşünüyorum öyleyse varım’ gerçeğinden başka bir gerçek olamaz. Herhangi bir gerçekten önce, bir mutlak gerçek olmalıdır. Bu gerçeği kavramak basittir, zira bireyin varlığında mevcuttur.”

İnsanın kendi dışındaki kaynaklardan elde ettiği bilgileri inkâr etmemekle birlikte “insanın kendisi için önemli olan konulardaki hataya düşme eğiliminin” ve “duyu organlarının insanı her zaman doğru malumatla” mücehhez hale getirmeyeceğini beyan ederek bu bilgilere neden mesafeli olduğunu belirtmiştir.

[Burada belirtmeden geçilemeyecek iki husus var. Birincisi burada yaptığımız Descartes’i yazıya vesile etmektir. Yoksa konu hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler ki Descartes’in yaptığı muhasebeyi takriben 5 asır önce yapan dağ gibi bir Gazalî vardır ki, kendisi hakkında kalem oynatmak daha güç olacağı için bu yazıda Descartes üzerinden meram anlatmak tercih edilmiştir. Bu güçlüğün müteaddit amilleri olmakla birlikte belki en önemlisini belirtmekte fayda var: Gazalî’nin isminin “İmam Gazalî” olarak bilinmesi “imam” kelimesinin bugün kazanmış olduğu konteksten dolayı oldukça dar ve hatta hatalı konumlandırılmasına sebebiyet vermektedir. Bu da bir bahs-i diğer…

İkincisi: Duyu organlarının nakısasını belirtirken tesadüfe(!) bakın ki kendisinden 5 asır mukaddem bu bahsi inceleyen İmam Gazalî’nin verdiği “gök cisimlerinin çıplak göz ile çok küçük görüldüğü ancak hakikatinde insanın üzerinde yaşadığı dünyadan daha büyük olduğu” örneğini ayniyle nakletmiştir.]

Bu çıkarımdan sonra aklın; bilgi elde etme yollarını, bilgiler arasındaki farkları ve hatta kendisini dahi sorgulama ehliyetine sahip bir cihaz olarak; dış dünyadan ve iç dünyadan elde ettiği malumatı tedkik ederek doğruya ulaşma imkânına sahip olduğunu kabul eder Descartes. Ve meşruiyetini ve doğruluğunu kabul edebileceği tek silahı “aklı” ile yola devam eder. Ve bu buluşun sair problemlerin çözümü için de kendi işini ne kadar kolaylaştırdığından bahseder.

Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun yorumu ile aslen bu dünyaya ait olmayan insan bu dünyada faaliyet gösterebilmesi için bir meşruiyet kaynağı bulmalıdır. Bu meşruiyet kaynağı ile dünyanın kendine musahhar kılındığı hakikatine erişebilir. Descartes’in bu fikri etrafında kümelenen modern bilim ve modern dünya da bu yorumun isabetini bize göstermektedir. 

Bugünkü bilimin geldiği yerde Descartes’in bu fikrinin tesiri inkâr edilemez. Ve modern bilim ve modern bilimin elde ettiği bilgi için Descartes’in tespitleri yadsınamaz zira bu bilimin kaynağı Descartes’tir. Aslında modern bilime göre Descartes’i değerlendirip onu doğru bulmak totolojik bir muhakeme faaliyeti olmaktan öteye gitmeyecektir.

Bunun için yazının baş kısımlarında belirttiğimiz bir hususa ilişkin sagîr bir işaret ile yazıyı hitama erdiriyoruz. İnsanlık bugün geldiği noktada ispat edilebilir bilgilerin doğruluğunu –belki biraz da Descartes’in yardımı ile– kabul etmektedir. Peki, olur da bir gün insanlık müellifin yaptığı gibi “gayri kabil-i ispat bilgiler”e rağbet ederse netice ne olur? Arz ettiğimiz üzere Descartes’inki bir varsayımdır. Kendini düşünebilme referansı ile var kabul eder ve sistemini bunun üzerine inşaa eder. Olur da bir gün bir cins kafa varlığı “gayri kabil-i ispat” bilgi kaynakları referansıyla varsayarsa ve bu varsayım da kabul görürse… Yani Kant’ın aklı tenkit etmek sureti ile kuyuya attığı taşı birileri çıkarmaya çalışırlarsa, modern paradigma iflas eder mi? “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanına güvenerek burası da böyle muğlak bırakılacaktır.*

Vesselam…

*Yazının son cümlesi 5. Paragrafından alınmıştır.

 

Online dergiler Online dergiler