Ömer Çiftçi

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Picasso’nun en ünlü resimlerinden biri olan Guernica, ikinci dünya savaşı sırasında bombalanan bir kasabayı anlatıyor. İsmi de bu kasabadan geliyor. Resim öyle acıyla dolu ki, sadece iki rengin tonları var: Siyah ve gri. Ağlayan kadınlar,  korkudan haykıran adamlar… Yani acının ta kendisi var resimde.

Yıllar sonra bir resim sergisi esnasında, bir General, Picasso’ya Guernica’yı kimin yaptığını sorduğunda, Picasso generalin gözlerinin içine bakarak ”Bu resmi siz yaptınız” demiş. Evet, generaller yapmıştı ama sadece onlar değil. O dönemde yaşayan, o tarz kin ve nefreti içinde barındıran, sürekli kendilerine düşman yaratan herkes Picasso’nun o resmi yapmasına sebep olmuştu.

Picasso’nun en ünlü resimlerinden biri olan Guernica, ikinci dünya savaşı sırasında bombalanan bir kasabayı anlatıyor. İsmi de bu kasabadan geliyor. Resim öyle acıyla dolu ki, sadece iki rengin tonları var: Siyah ve gri. Ağlayan kadınlar,  korkudan haykıran adamlar… Yani acının ta kendisi var resimde. 

Yıllar sonra bir resim sergisi esnasında, bir General, Picasso’ya Guernica’yı kimin yaptığını sorduğunda, Picasso generalin gözlerinin içine bakarak ”Bu resmi siz yaptınız” demiş. Evet, generaller yapmıştı ama sadece onlar değil. O dönemde yaşayan, o tarz kin ve nefreti içinde barındıran, sürekli kendilerine düşman yaratan herkes Picasso’nun o resmi yapmasına sebep olmuştu.

20. Yüzyılın kin ve nefreti içinde Ermenilerin evlerinden koparılıp, sürgüne gitmesi ve öldürülmesi de vardı. Türklerin azınlık çeteleri tarafından basılan köyleri de. Ve Dünya çapında Guernica gibi bombalanan kasabalar, şehirler de vardı. Daha sayamadığım olaylarla birlikte tüm bu kin ve nefret dolu olayların rengi hep aynıydı: Siyah ve Gri

Şimdi, biz, belki de insanlık tarihinin en kötü yüzyılını geride bıraktık. Artık çoğumuzun uğrunda ölmesini gerektirecek yapay inançlarımız yok.

Artık işgal edilecek, keşfedilecek bir toprak parçası kalmadı. Bir tıkla bütün dünya sizin zaten. Tüm dünya insanları bir tıkla eşit; sanal enternasyonalizm var yaşamlarımızda.

Yeni bir yüzyılda, yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Kimse engelleyemez bu güçlü değişimi; kimse karşısında duramaz.

Ama Türkler ve Ermeniler bu değişime direniyor. Ermeniler sırf intikam almak için Türklerin burnu biraz yere sürtsün diye soykırım tasarısını dünya parlamentolarında onaylatmaya çalışıyorken, Türkler de Enver ve Talat Paşa gibi katillerinin gururunu korumaya çalışıyor.

Biz Türkler ve Ermeniler olarak fırçalarımızı yaşam dolu renklere bandırarak, ilişkilerimizi iyileştirmek için çalışıyorken, o canlı renkleri Picasso’nun Guernica’sı gibi nefreti ve kini temsil eden, siyah ve gri renkleri olan tarihi portremize sürüyoruz.

Fakat üzerine hayatın en canlı renklerini vursak dahi, siyah ve gri diğer renkleri emiyor ve içine hapsediyor.

Türkler ve Ermeniler olarak ikili ilişkilerimizi düzeltip, huzur ve refah seviyelerimizi yükseltmek istiyorsak, fırçalarımızdaki canlı renkleri yeni bir tuvale dökmemiz gerekiyor.

Ancak o zaman canlı renkler kendini gösterebilir. Ama biz inatla siyah ve gri renkleri olan geçmiş tarihimizin tablosunu önümüze koyuyor vefırçalarımızdaki canlı renkleri siyah ve griye kurban ediyoruz.

Gençlik hareketleri benim için bir bakıma hastalık.

İnsanlar doğar, büyür, anlamaya başlarlar ve kendilerinde garip bir güç hissedip ülkeyi hatta dünyayı kurtarmaya çalışırlar.

İşte bu hastalık çoğu kişide gençlik dönemlerinde görülür; tabi bazılarında ömür boyu sürdüğü de olur. Erkenden bu hastalıktan kurtulmak gerek; çünkü o zaman normal ve huzurlu bir hayatımız olabilir. 

Gençlik hareketleri benim için bir bakıma hastalık.

İnsanlar doğar, büyür, anlamaya başlarlar ve kendilerinde garip bir güç hissedip ülkeyi hatta dünyayı kurtarmaya çalışırlar.

İşte bu hastalık çoğu kişide gençlik dönemlerinde görülür; tabi bazılarında ömür boyu sürdüğü de olur. Erkenden bu hastalıktan kurtulmak gerek; çünkü o zaman normal ve huzurlu bir hayatımız olabilir.

Televizyonda, tartışma programlarında görürüz. Gence söz hakkı verilir ve genç sanki bayrağı almış koşar gibi konuşup sonrada saçma bir cümleyle konuşmasını bitirir ve yerine oturur.Bazıları vardır ki hiyerarşiyi çok severler ve konuşmaya başlarken ben bilmem neyin başkanı ya da bilmem neyin temsilcisiyim derler.

Soru sormaktan bile acizlerdir.

Çoğu üstü kapalı hakaretlerde bulunur ya da bu vatan bizim naraları atarlar sadece. Çoğu da kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri zannederler.

‘Gençliğe Hitabe’ her sene zorla ezberletilip kutsal kitaptan bir ayet gibi öğretilirse; tabi ki o genç de damarındaki asil kanla herkese meydan okuyacaktır.

Onun birinci vazifesi korumaktır ama kimi neyden kime karşı koruduğunu bilmeden.

Fransız devrimin romantizminden etkilenen bir kurucumuz olduğundan dolayı böyle romantik gençlerin olması da çok doğal. Özellikle bu romantizm kendisini, gerçek olup olmadığını bilmediğim Bursa Nutku’nda da gösteriyor.

Kısacası kendilerine göre vatan elden gittiği zaman bütün hukuksuz yollara başvurmak hukukları oluyor. En büyük örneği ise Ergenekon.

Birkaç heyecan dolu general ve Kemalist romantizmine kendini kaptırmış birkaç yazarla ne tür felaketler çıktığına herkes tanık oldu. Bu tip hukuksuz teşkilatların vatanı kurtarmak adına gençleri nasıl kullandığı da aşikâr.

Dünyayı ya da ülkeyi kurtarmak kimselere vazife değil.

İnsanların normalleşmesi ve kendisinin yüce olmadığını kabullenmesi gerek.

Kimse kimsenin hayatını değiştirmek zorunda değil. Geçmişe tüm kargaşa, çekişme ve savaşlar sırf bu yüzden yaşandı.

Karşındaki mükemmel değilse sen nasıl mükemmelsin?

Sende olanın onda olamayacağı gibi; onda olan da sende olmayabilir.

Değişimi kendi yaşamımıza uygulamak en doğrusu.

Düşüncelerimiz ile yaşayalım.Kendi düşüncemiz olsun ve herkesin kendi düşüncesince yaşaması özgür olsun.

Şu kısacık hayatta böyle bir oyun oynayalım. Ve oyunlar ciddi oynanmaz. Artık biraz gayri resmi takılalım.

Böylece daha samimi oluruz. 

Bu ülkede Kürt olmak da zor Türk olmak da; ama insan olmak hepsinden zor.

Buradaki insanlar vicdanlarının sesini dinlemek yerine sahiplerin sesini dinliyor. Sahipler savaş diye bağırıyorlar.

Bu ülkede Kürt olmak da zor Türk olmak da; ama insan olmak hepsinden zor.

Buradaki insanlar vicdanlarının sesini dinlemek yerine sahiplerin sesini dinliyor. Sahipler savaş diye bağırıyorlar.

Niye savaş diye bağırıyorlar?

Çünkü bu savaş onları sahip, bizlerin köle kalmasını sağlıyor.

Çünkü bu savaş askeri vesayet rejimin devamlılığını sağlıyor ve bu rejimden yamalanan CHP ve MHP gibi partilerin ayakta kalmasını.

Baykal ve Bahçeli her konuşmasında savaş diye bağırıyor. Barışı bir yenilgi olarak görüyorlar.

Barışı bir yenilgi olarak niye görüyorlar? Barışınca ne olacak?

Ben söyleyeyim size, barış olunca Türklerle Kürtler eşit olacak ve onlar bu eşitliği bir yenilgi olarak görüyorlar.

Kürtleri son yirmi beş yıla gelene kadar yok saydınız, son yirmi beş yılı da son isyanı bastırmaya çalışmakla geçirdiniz ama bastıramadınız. Sadece bir kibir yüzünden, Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağını söyleyen bir kibir yüzünden oluyor bunların hepsi.

Ama artık yeter, “Edi bese”.

Çünkü barışın geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu anladık. Vicdanımızın sesini dinlemeye başlamalıyız.

Fakat bu barışın önünde aşılması gereken birçok engel var. 

Milliyetçiler kibirlerini yenemeyecektir. Bu yüzden onlardan daha fazla cesaret göstermeliyiz.

Asıl iktidar olan CHP, AKP’nin Kürt sorununu çözmesiyle artık bir yüzyıl iktidarda kalacağını biliyor. Bu yüzden çözümün olmaması için elinden geleni yapacaktır.

Askerde bunun farkında.

Onlarda bu vesayet rejimini korumak için ellerinden geleni yapacaktır.

Yoksa PKK ateşkes ilan ettiği halde aynı saldırganlıkla devam edip şehit vermeye devam etmenin mantığı ne?

Eruh’ta yedi şehit verildi, Genelkurmay Eruh’ta PKK’lı teröristlerin olduğu bilgisini almış ve operasyon yapmış. Eruh’ta PKK’lıların olduğunu bilmeyen yok ki, bu operasyonlar demokratik açılımı baltalamak için yapılıyor.

Asker bu sorunu AKP çözsün istemiyor.

Çözülsün de istiyor mu?

O da şüpheli. Çünkü bu olaylar onların siyaset içinde barınmasını sağlıyor.

İktidar her şeye rağmen çok kararlı, büyük bir cesaret göstererek DTP ile görüştü. İktidar oy kaybedeceğine bile bile yapıyor bunları.

Eminim bu iktidarın sahibi MHP ve CHP gibi resmi ideolojiye sahip, kendilerini bu ülkenin sahibi olarak gören bu iki partinin elinde olsayüz yıl daha sürer bu savaş.

Bu fırsatı değerlendirelim. İktidarın gösterdiği cesaretin karşılığını verelim.

Zülfü Livaneli ”iyi olan bir şeyi karşı ideolojiye sahip birileri yapıyor diye kötüleyemeyiz” dedi ve destekledi.

Aynı şekilde Sezen Aksu’da karşı ideolojiden ama o da destek verdi. Bu barış fırsatını kaçırırsak ”Kader bizi affetmez” dedi.

Bunlar harika şeyler, toplum kendi silkelemeye, pisliklerinden arınmaya başladı.

Temizlenme vakti geldi. Sizce de gelmedi mi?

Daha ne kadar yaşayabiliriz bu pislikle?

Bizim ülkenin insanları çok ciddi, ciddiyetleri hayatı bayağılaştırıyor ve sıkıcı hale getiriyor.

Bu ciddiyet ve bayağılık sadece siyasette de yok, hayatın her yerinde bu bayağılık var, şaka bile kaldıramıyoruz. Yalnız, anneye edilen küfürler dışındaki tüm küfürleri kaldırabiliyoruz.

Doğru düzgün eğlenemiyoruz, şaka yapamıyoruz gülemiyoruz peki biz ne yapıyoruz?

Siyaset yapıyoruz. Hem de dünyada yapılabilecek en sıkıcı, en bayağı siyaseti yapıyoruz.

Vatan elden gidiyor, her gün savaş çıkıyor, vatan hainleri ilan ediliyor, birileri halk kahramanı oluyor, birileri birilerine iftira atıyor, her gün marşlar okunuyor, antlar içiliyor.

Baykal ve Bahçeli ise siyasette bu işin önderliğini yapıyor. Ve bu ciddiyet siyasetçilerin doğasını bozmuş.

Öymen; ”Niye analar ağlamasın diyorsunuz. Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı? Dersim de analar ağlamadı mı?” dedi.

Bu olaylar artık onlara normal geliyor. Çünkü bu konularda aşırı ciddiler.

Galiba bundan da psikopatça bir zevk alıyorlar.

Onlar bizim hayatımızı bayağılaştırıyor biz de buna izin veriyoruz.

Çünkü onlardan çok da farklı değiliz.

Hayatımız her yerinde kendi yarattığımız ve dokunamadığımız kutsallar var.

Bayrak kutsal, vatan kutsal, marş kutsal, liderlerimiz kutsal. Çok kutsal var hayatımızda o kadar çok ki ne yana dönsek kutsallarımıza çarpıyoruz bu yüzden de ayakucunda yaşıyoruz hayatı, ses çıkarmamak için ayakucunda ürkerek yürüyen bir çocuk gibi hareket ediyoruz. Çünkü ürküyoruz.

Fransız entelektüeli  ve aynı zamanda şarkıcı Sergi Gainsbourg bir keresinde sahnedeyken milli marşı şarkı haline getirmişti kendi deyimiyle“yavşakça” söylemişti. Şarkıyı söylerken kendisine hayran bir şekilde bakan kadınların ifadesi birden donuklaştı, erkeklerse öfkelenmeye başladı. Bir süre sonra içeri Gainsbourg’un hayatında ilk defa gördüğü Fransız faşistler girdi. Gainsbourg çareyi kulise kaçmakta buldu.

Sonraları da, tüm Fransa’dan çok ağır eleştiriler aldı. Çocukluğunda Bolşevik ihtilalinden dolayı Moskova’dan Fransa’ya kaçıp gelmiş bir Rus Yahudi’si olan, ikinci dünya savaşında kolunda Yahudi olduğunu gösteren bir yıldızla dolaşmak zorunda olan, savaşın tüm acılarını çekmiş, ölümler görmüş bu adam, tüm bu eleştirilere şöyle yanıt verir:

 ”Milli marşla hep ölünür mü? Hiç dans edilmez mi?”

Bunları söyleyebildi çünkü ürkmüyordu ve ürkmediği için Fransa’nın en güzel kadınlarıyla aşk yaşadı, şarkılar söyledi, resimler yaptı ve roman yazdı. Bunları yaparken de sürekli eleştirildi, saldırılara uğradı; korktuğu zamanlar oldu ama yine de ürkerek yaşamadı. Güzel ve eğlenceli bir hayat yaşadı. Öldüğünde ise cenazesine kimse gitmez deniliyordu; ama Fransa cumhurbaşkanı dâhil Paris’in yarısı cenazesindeydi ve o gün orda Fransa Cumhurbaşkanı Gainsbourg’un büyük bir sırrını açıkladı. La Marseillaise’in en eski el yazmasını, Gainsbourg’un yüklü miktarda bir para ödeyerek aldığını ve yıllarca sakladığını söyledi.

Niye aramızda Gainsbourg gibi birisi yok?

Keşke ilahi bir şekilde aramızdan bir Atatürk daha çıkmasını bekleyeceğimize, Gainsbourg gibi adamların hayatlarımızda can bulması için tüm bu ciddiyet ve bayağılıklarımızdan kurtulmaya, hayatımızdan koparıp atmaya çalışsak.

Sizce de aramızda Gainsbourg ‘un cesaretinin yarısını gösterebilecek birileri var mı?

Varsa eğer söyleyin; çünkü ben buna inanmıyorum.                                                                                  

Tolstoy seksen yaşlarındayken bir oyun kaleme alır; ama oyunu bitiremeden, tanrı artık ona “Bu kadar yeter Lev Nikolayeviç Tolstoy ” der ve Tolstoy son oyununu bitiremeden ölür bununla birlikte yarım kalan her şey gibi oyunu da ölümsüzleşir. Bu ölümsüz oyununda, insanlığın sonsuza kadar üzerinde düşüneceği ve inanç sistemlerimizi tekrar tekrar sorgulamaya mecbur eden ölümsüz bir söz söyler.

Tolstoy seksen yaşlarındayken bir oyun kaleme alır; ama oyunu bitiremeden, tanrı artık ona “Bu kadar yeter Lev Nikolayeviç Tolstoy ” der ve Tolstoy son oyununu bitiremeden ölür bununla birlikte yarım kalan her şey gibi oyunu da ölümsüzleşir. Bu ölümsüz oyununda, insanlığın sonsuza kadar üzerinde düşüneceği ve inanç sistemlerimizi tekrar tekrar sorgulamaya mecbur eden ölümsüz bir söz söyler.

Oyun, İki sosyalist gencin Tolstoy’u devrime destek vermesi için odasında ziyaret etmeleriyle başlar. Rus toplumunun babası Tolstoy’un devrim için ne kadar önemli olduğunu bilirler; çünkü Tolstoy Rus Halk’ının sevgilisidir ve o gün devrimi desteklerse milyonlarca insanın onunla birlikte devrimi destekleyecektir. Bu sayede Rusya’da devrimi kolayca gerçekleştirebileceklerine inanmaktadırlar. Konuşma başladıktan bir süre sonra, hareketlenmeye ve derinleşmeye başlar. Kendilerine güvenleri sonsuz olan bu iki gencin, ateşli konuşmalarına ve Tolstoy’un düşüncelerine acımasızca saldırılarına dayanamayan Tolstoy, yaşlılığına rağmen tüm fiziksel ve zihinsel gücünü zorlayarak bu tartışmanın hararetine kendisini kaptırır. Gençler onu devrimi desteklemediği için suçlamaktadır. Tolstoy ise onları şiddete başvurdukları için suçlar. Gençlere: ”Şiddet, şiddeti doğurur. Devrimi yaptıktan sonra devirmeye çalıştıklarınızdan farklı davranmayacaksınız, sizde kendi muhaliflerinizi susturmak, devriminizi yaymak için şiddet başvuracaksınız ”der, sonra da konuşmasına o ölümsüz sözünü söyleyerek devam eder ”İnançları için şiddete başvuranlar, inançlarına en büyük saygısızlığı yapmaktadır. İnançlarımız uğruna yapabileceğimiz en yüce davranış, onlar için acı çekmektir”.

O dönem Rusya’nın fakir insanları ve toplumun geneli çok zor durumdaydı. Hapishanelerde işkence görüp sindirilmeye çalışıldı işçi hareketleri. Çok acılar çektiler; aslında bu acı onların düşüncelerini yücelterek, karşıdakileri insanlığa karşı acınacak duruma düşürecekti.

Fakat öyle olmadı acı çekmektense şiddete başvurdular ve devrimlerini yaptıktan sonra hiç bir şey değişmedi aksine daha çok kan döküldü Rusya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında.

Uğrunda ölmeyi bile göze aldıkları inançları için şiddete başvurarak en büyük saygısızlığı yaptılar inançlarına ve sosyalizm tarihinde kara bir leke olarak kaldılar.

Nice devletler ülkülerini yaymak uğruna giriştikleri katliamlarla, şiddet ve baskı dolu yöntemlerle kendi ülkülerini aşağıladı ve hepside arkalarında leş kokan zaferlerini anlatan yalan bir tarih bıraktılar.

Ama tarihi şekillendiren zaferlerimiz değil, acı dolu yenilgilerimizdi. Faşist Franco, İspanyol aydınları bir kamyona doldurup sonrada kurşuna dizdirdiği gün yenildik; düşünce tarihimizin en parlak kadın düşünürlerimizden biri olan Rosa Lüxemburg ren nehri kıyısında, Alman subaylar tarafında topal ayağı yüzünden aksayarak kaçmaya çalışırken öldürdüğü zaman yenildik; Sabahattin Ali önce sürgüne gönderilip sonra da Meriç kıyısında öldürüldüğü gün yenildik; Nazım’ı hapishanelerde yaşlandırıldığı ve memleketine hasret öldüğü vakit yenildik; bitmek bilmez savaşlardan sonra, esir düşen Yunan askerlerine arasına bir müezzin dalıp, bir Yunan askerini ayırıp sonrada on iki yaşındaki oğlunun eline bıçağı verip “Anana bu tecavüz etti şimdi öldür onu” dediğinde, normalde on iki yaşındaki bir çocuğun ağlayıp bıçağı atmak yerine bıçağıyla askeri delik deşik edebildiği zaman, bir çocuktan katil yarattığımız için yenildik.

Ülkesinin başbakanı olarak, birkaç ihtiraslı darbeci tarafından Menderes asıldığı zaman yenildik.

Ve daha nice acı dolu yenilgilerimiz oldu fakat bu acı, acıyı çekenleri ve düşüncelerini yüceltti. Bu acılar tüm insanlığın vicdanlarında bir haykırış oldu; bu yüzden bir daha Franco gibileri gelmedi İspanya’ya; Rosa Lüxemburg gibi birisi öldürülemedi bir daha Almanya’da; Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’e büyük bir saygı duydu ve bir daha başbakanını öldürtmedi Türkiye.

Tolstoy’un tanıklığı ve tüm yaşanmışlıklara rağmen, bazılarımızın halen inançları için acı çekmekten korkarak şiddete sarılabiliyor ve o şiddetleri korkunç bir hal alabiliyor, yaşamları tehdit edebiliyor.

Ama şunu bilmeliler, yenilmekten korkmuyoruz; çünkü yenilsek bile bizden sonra gelenler onların zaferlerinin değil bizim yenilgilerimizin sesini duyacak.

Kırk yaş, gençliğin tükendiği, her şeyin tazeliğini yitirmeye, kokuşmaya başladığı ve kaybettiklerini hayatın geri kalanında bulma umudunun bittiği, kabullenilemez olanların da mecbur kabullenilmeye başlanıldığı yaştır ve her kabulleniş mutsuzluklarla birlikte, kurtuluşu olmayan çaresizlikleri de beraberinde getirir. 

O da, kırk yaşına iki ay önce girmişti ve geçen kırk yılda hiçbir şey değişmemişti hayatında; halen geceleri, karanlığın da ötesinde yokluktu; ışık girse dahi tutunacak bir yer bulamaz, kaybolurdu gecenin yokluğunda.

Hayatın kısa olduğunu düşünürdü, daha yirmi yaşında bile hüzünle; ”Bir yirmi yıl daha gitti, geriye ne kaldı?” diyebilecek kadar kısaydı hayat onun için; yaşıtları ise o zamanlar sonsuza değin yaşayacakmış gibi yaşıyor, kocaman hayaller kuruyorlardı.

Bir gün annesinden sonra hayatındaki tek kadına, komşusu handan hanıma arkadaşları hakkında şöyle demişti: 

” Sanki kısacık ömürlerinde birden fazla hayat yaşayabileceklermiş gibi başka, başka hayatları düşlüyorlar.”

Arkadaşlarıyla bu yüzden içten içe alay ederdi, arkadaşları da buna karşın kendisinin bu heyecansız hallerine acıdığını düşünürdü.

Kırk yaşında nerdeyse yirmisinde olduğu gibi çok yakışıklıydı, böyle yakışıklı bir insanın bu zamana kadar normalde sevgilileri olur, aşklar yaşar ve etrafındaki insanlar tarafından sevilirdi; ama aşka inanmıyordu, gerçeklikten koparılıp idealize olunmuş dünyada, insanların söylemiş olduğu en büyük yalan olarak görüyordu aşkı, ”insan en çok kendisini sever” diyordu.

Etrafı tarafından sevilmekte umurunda olmadı hayatı boyunca. Kısacık hayatında, kendisini diğer insanlara sevdirmek için yalanlar söyleyerek, kendi hayatını da bir yalana çevirmek istemiyordu. Bu düşünceler onun etrafını cam bir fanus gibi sararak yalnızlaştırıyordu hayatını.

Yalnızlığı için ”Yalnızım çünkü yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse yok” diyordu; ama yalnızlıktan kaçmıyordu. Yalnızlıktan korkup ömürlük birliktelik kuran çiftleri ise küçük görürdü.

Kendisini ve hayatını sınırlamazdı; hayatına ne zaman bir tanrıça girse ona tüm benliğini vererek tapabilmeliydi; bir hayat kadınını da, kendinden yirmi yaş büyük kadınları da sevebilmeliydi; buna kimse engel olamazdı.

Kırk yaşına kadar da kimse engel olamamıştı; ama artık engeller vardı; göremediği, aşılmaz engeller ve bu engeli başkası koymuyordu, hayatını başkası sınırlamıyordu, kendi korkularıydı bunların tüm sebebi. Daha önce yaşamadığı yaşlanma korkusu sarıp sarmalamıştım tüm hayatını. Ölümden değildi korkusu, yaşlanarak öleceğini hiç düşünmemişti.

Şimdi aynanın karşısına geçmiş düşünüyordu, yalnızdı. Aynada kendisini incelemeye başladı; teni tazeliğini yitirmiş, göz kenarları kırışmış, gözlerindeki o eski ışık kaybolmuştu, en çok da belirginleşmeye başlamış gıdığını sevmiyordu. Diğer tüm yaşlılık belirtilerini kendisine yakıştırabiliyordu belki; ama gıdığını bir türlü yakıştıramıyordu. Uzun uzun ve nefret dolu bakışlarla bakıyordu gıdığına ”Sen beni yaşlandırdın” dedi. Sanki onu yaşlandıran cevabını bulamadığı sorularla tam kırk yıl yaşamak değilmiş gibi.

Aynaya uzun, uzun bakmaya devam etti; saçlarını ovalıyor, ellerini yanaklarına koyuyor, başını eğiyordu, sanki yaşamı o an düğümlenmişti ve bu düğümden o anda çıkamazsa hiçbir zaman çıkamayacakmış gibi derin, derin düşünüyordu.

Sonra aynaya döndürdü bakışlarını, kaşlarını kaldırarak umarsız bir ifadeyle:

”Ben yaşlanmam. İnsan, hayattan bir beklentisi kalmadığı zaman yaşlanır. Ama benim beklentilerim bitmez ki, benim açlığım doyurulamaz.”

Sonra durdu, kederli kederli nefesini çekti, başını eğdi ; ”Ben yaşlandım, hem de çok oldu ben yaşlanalı. Hayatı küçük görmeye ve anlamsız bulmaya başladığın vakit yaşlanmışsındır, ben ihtiyarın tekiydim ve şimdi de öyleyim.

Derin bir nefes daha çekti, düşünmeye başladı, bir yerlerde hala genç olan hiç yaşlanmayacak bir yanı olduğunu hissediyordu.

Aynadaki ihtiyarı inandırmaya çalışır gibi; ”Ama ben yaşlanamam ki, benim hayattan beklentilerim hiç bitmeyecek, biliyorum ”.

Sinirden titremeye başladı bir sonuca varamıyordu.

Sonra birden gözleri büyüdü, halen aynaya bakıyordu, yavaşça derinden gelen bir sesle;” Ben yaşlanmayan, bir yaşlıyım, ben yaşlanmayan bir yaşlıyım...”diye tekrarladı.

Öfkeleniyordu, kendisi inanıyordu ama aynadaki ihtiyarı inandıramıyordu dediklerine sonra aynadaki ihtiyara bakarak her şeye karşı; hayatında olup bitmiş ve olacak ne varsa hepsine karşı nefret duymaya başladı.

Duyduğu nefret ayakların ucandan başlayarak göğsüne kadar dalgalanarak geliyor göğsünü sıkıştırıyordu ve nefes alırken hırıltılar duyulmaya başlamıştı. Kendisini zorlayarak, ” Öyleyse yaşadıklarımın ve yaşayacaklarımın da benim için bir önemi yok” dedi.

Eli çekmecedeki silaha gitti, nefesindeki hırıltılar gitgide artıyordu. Kolunu uzattı elinde demirin soğukluğu hissetti gözlerini kapadı, odada sadece insanı ürperten hırıltıları duyuluyordu, tüm vücudu titremeye başladı ve silahı ateşledi.

Silah tüm gürültüsüyle patladıktan sonra hırıltılar kesilmiş odada ses duyulmuyordu, huzur veren bir sessizlik kapladı odayı, açık pencereden yağmurlar temizlenmiş caddelerin, ıslanmış toprağın kokusu yayıldı odaya.

Aynadaki ihtiyar ölmüştü.

Kırık ayna parçaları üzerinden, çıtırta çıtırta yürüyerek pencerenin kenarına geldi sigarasını içmek için, temiz havayı soludu ve bu sefer hastalıklı bir gülüşle; ”Yaşlanamayan bir yaşlıyım” dedi.                                                                                              

Online dergiler Online dergiler