Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Geniş meydan Viva Comandante... Viva Comandante sesleriyle inim inim inliyordu.

Değerli bir konuşmacı ve önemli bir konuşma bekleniyordu. Öyle bir kendini kaptırış ki hatip hiç gelmese de saatler boyu hatta süresiz süre böyle bağırır halde beklenebilirdi.

Evet, bundan beş yıla mukaddem olmalı.

Liberty (Özgürlük) Meydanı hıncahınç doluydu. Lise, üniversite düzeyinde öğrenci ve her sınıftan işçi olmak üzre toplam beş yüz bin adanmış (müfrit) kişi boğazyırtan sesle Viva Comandante sloganları eşliğinde Comandante’nin mikrofona teşrifini hızlandırma amacı güdüyordu. Herkes bu türlü bi gecikmeye alışkındı hatta/sanki hep böyle gecikilsin de özlem ve heyecan artsın isteniyordu. Çok geçmedi kendine yine kendisinin veriverdiği madalyalar eşliğinde “o” göründü. Görünürlük lütfuyla slogan sesi heyecan duygusu adrenalin salgısı vb. daha bir yoğunluk kazandı. Comandante alışılmış coşturucu belli birkaç klişe söz paketi ardınca çok uzatmayıp kısa kesti. Bugün elbet Küba, ezilen işçi sınıfı ve insanlık onuru adına önemli bir gündü halk ve Komünist Parti elbet hep varolsundu elbet sosyalizm yaşasındı zalim emperyalistler elbet kahrolsundu cümlesi döktükleri kanda boğulsundu...

Ve beklenen an...

Bazı delik kulaklar günler öncesi çoğu kuşkulu kişinin ây inanmıyôm hadi canım yok artık daha neler başımıza taş yağacak olamaz vay be hakket mi lan deyip dudak büküp yüz ekşittiği deli işi bu fısıltıyı duymuş ama hiç mi inanmamıştı, akıl kârı ve olacak iş değildi zira. Fakat bazılarına göre ise neden olmasındı pekâlâ olabilirdi olmalıydı yakışırdı hatta geç bile kalınmıştı.

Viva Comandante pek çok meziyet yanında halkına karşı pek lütufkâr ve anlayışlıydı da. Bilmem kaç derece nem oranlı bunaltan yapışkan bir tropik Havana sıcağında sevgili halkını (net beşyüzbin kişi) daha fazla bekletmek şânına uygun düşmezdi ve bu yüzden (evet kesinlikle bu sebepten) olsa gerek sözkonusu müjdeleri vermek için sözün sonunu beklemedi yani en son söyleyeceğini baştan deyiverdi.

Aman tanrım neler de oluyordu demek olabiliyordu vay anasınaydı!

Viva Comandante -ki başka bir adı da Uluönder’di- lafı eğip bükmeden bin dereden su getirmeden alkış ve slogan yoğunluğuna aldırıp dikkat etmeden nerdeyse hafifseyerek hatta önemsemez görünerek müjdelerini pat diye sıralamış mevcut insan yığınının ağzını iki karış açık bırakmıştı. Yani böyle âniden birden birdenbire apansız alıştırmadan beklenmedik beklenmesiz anda sürprizcesine...

Böyle etmekle sevgili halkını şoka sokmuş zavallıların boğazında yutkunacak damla tükrük bırakmamıştı dahası hepsi böbreküstünden salgılanan adrenalini de tüketmişti ve gözler her zamanki gibi birer faltaşıydı. Tanımı karmaşık tasviri zor ve az görülür bir cezbe epopik bir kendindengeçiş ve mistik çeşnili bir tür trans durumu yaşanıyordu.

Sessizlik beklenen ve her zamankinden uzun sürdü. Sonunda allak bullaktan altüst oluştan türbülanstan girdap anaforundan içi bi’hoş olma halinden kurtulmayı başarıp kendindengeçişten sıyrılan yiğit atak cüretkâr bir gırtlak kendi özgür iradesinden aldığı güçle “Viva Comandante” diye bağırabildi. Sessizlik yırtıldı. Bu sihirli kıvılcım teyakkuzda bekleyen öteki 499.999 kişiyi harekete geçirmeye yetti. Artan oranda yeniden başlayan slogan ululama yüceleme toplu tapınma yağmuru ve nirvana kapılarını zorlayan ritüel sağanağı bir süre daha sürdü. Öyle ki Viva Comandante’nin sevgili halkını son kere selamlayıp platformdan ayrıldığını ve mütevazı sarayına çekildiğini çoğu amigos ve muçaços fark etmedi bile. Yani kendilerini mevzuya o derece kaptırmışlardı. Sonunda her güzel şey gibi bu tarihi miting de sona erdi. Katılımcılar da mabedinden ayrılan her mümin gibi gayet huzur dolu müthiş tatmin olmuş doymuş ruhunu dinlendirmiş istiğnâ makamını terennüm edercesine fısıltılı konuşmalar eşliğinde kendilerini bekleyen geniş cadde dar sokak ve günde en çok oniki saatçik hizmet veren barlara doğru aktı.

Ama içlerinden birkaçı öyle yapmadı!

Öyle yapmayanlardan birisi de otuzlu yaş süren Ernesto Emilyano Pabliyo Gonzales idi. Ernesto’nun kendince bugüne sakladığı bir pilanı vardı o yüzden sağda solda eğlenmeyip doğruca vaktiyle Partinin sadık bir üyesidir diye kendilerine sunulmuş seçkin bir nimet olan bahçeli küçük evine gitti. Kapı eşiğinde karşılandı sevgili güzel karısına sarıldı iki çocuğunu öptü duvarda asılı St. Tomassino ikonuna dönüp istavroz çıkardı (Bu beş yıl arayla ikinci kutsamaydı). Evita, Ernesto’daki beklenmeyen ve şaşırtan değişikliğin ilk eve girişte daha kapıdayken farkına varmış anlamış okumuş hissetmiş duyumsamış şaşırmış ama adını tam koyamamıştı. Sormayı da bilerek ertelemişti çünkü Ernesto’nun fabrikasında çalıştığı puro alışkanlığı yanında tekrar etmekten vazgeçmediği bir de şu söz vardı: “Fazla merak kötüdür insanı öldürür ve üstelik TekParti ilkelerine de aykırıdır”. Evita “Eh dedi, nasıl olsa Ernesto pek fazla bekletmez uygun durumda münasip bir açıklama yapar”. Paylaştıkları o kadar çok gizli sır vardı ki...

Tamam, Ernesto iyiydi hoştu rejim Parti ve onun eşsiz tartışılmaz yanılmaz dâhi liderine sadıktı fakat hayata karşı da temelli kayıtsız değildi. Yaşam ve gelecek’e dair -sakıncalı falan demeden- olumlu umut dolu bir dizi tasavvur geliştirmişti: Radyo ütü düdüklü tencere ve hani hayal bu ya... ilerde iki sandalyeli aynalı usturalı sabunlu taraklı ve makaslı özel işletme bir berber dükkanı!

Ve o an...

İşte o an gelmişti çünkü bakınca elindeki cismin boşaldığı görülüyordu. Ernesto’nun dili çözülmek ve dilaltı baklası ortaya çıkmak üzereydi, gerçeğe yalnızca gerçeğe çok az kalmıştı.

Işıl kısık gözler içilmiş bir kadeh şarap yutkunmuş bir ağız yakılmış bir puro ve düşünülmüş özenli bir ses... Havana’daki hava da sanki bir anlığına eser gibi yapıyor... Eh daha n’olsun. Parti üyesi Kübalı ideal bir işçi ailesi için çok bileydi!

-Evet Evita artık çıkarabilirsin, günü geldi.

-Aman Tanrım sen ciddi misin Erno?

-Evet hem de o biçiminden!

-...

Güzel Evita yoğun heyecan ve salt inanmazlık etkisiyle elindeki son şeyi düşürdü (Günler sonra o nesnenin bulaşık süngeri olduğu hatırlanacaktı). Eğilip almadı masaya koymadı öylece yerde şekilsiz uzanmış bıraktı. Fırfırlı eteği kuzgunkarası saçları ve ünlü kalçalarını savurtarak küçük arka bahçeye koşmazdan önce Fernando ve Carmita diye seslendiği iki yaramazı sokağa salmayı akıl edebildi. Doğruca kümese yöneldi tavuklara her zamankinden sert davranıp dışarı kışaladı hepsi türlü gıdaklama mırıldanarak köşe bucak demeyip çil yavrusu gibi dağıldı. Her nasılsa üç adet civciv kümesin ıssız sağ arka köşesinde mahsur kalmış cikleyip duruyordu. Evita’nın onlara ayıracak vakti yoktu zaman hızlı akıyordu. Evita o küçücük tavuk evine girdi eğildi çürük zeminden iki tahta kaldırdı elini daldırdı sonra oradan aldığı şeyi odada gelmesini bekleyen biricik kocası çocuklarının babası Ernesto’ya götürdü. İkisi de sözsüz bir anlaşmayla ve ancak çat pat hatırladıkları birkaç kırıntı kilise duası eşliğinde kutsal emaneti açtı. Bu iki kat naylona sarılmış basit bir karton kutuydu (15x30x20). İçinden ters kayık biçimli üretilmiş parlak dümdüz bir alta sahip ayrıca uzun kuyruğu da bulunan bir teknoloji harikası çıktı. Özgür dünyada onu tanımlamak için bu ölçü laf salatası yapılmaz kısaca ütü denip geçilirdi (Hem de buharlısı).

Ernesto sevgili karısına bi’tanecik eşine çocuklarının annesine ve güvenilir Parti yoldaşına ve elinde tuttuğu gizemli teknolojik varlık’a bir süre öylece baktı. Evita’ya kadınlık nasıl da yakışmıştı!

*

Esteban Garcia güleç yüzlü şişman canayakın esprili bol fıkra anlatır kahkahasıyla ünlü (ki bi yere kendinden önce o’su girerdi) becerikli sevecendi. Hırsları ve gelecekle ilgili sakıncalı pilanları da olan saygın bir Parti ilerigideniydi. Mafyatik eğilim ve buna uygun çevreye sahipti kurnazdı sinsiydi tedbirliydi yaş yongaya basmaz kolay tongaya düşmezdi, çokyönlü bir yapısı vardı kökten işbitiriciydi. Havana yakınlarında yeri gizli bir yeraltı çiftliğinde yasadışı parfüm ürettiği bile konuşuluyordu. Parti basamaklarından yukarı doğru hızlıca yükselirken hiç de ahlaki sayılmaz kısa yapılı yollar kullanıyordu. “Dostum vatana hizmet aşkı işte böyle bi’şey diyordu, çalışmadan olmuyor”. Yasal karısı Mariaanna yanında bar çalışanı bir metresi (Dolâres) ve yedi çocuğu vardı ve günümüz Kübasında geçinmek öyle pahalıydı ki... İşte o ünlü ütünün tedarikçisi bu Esteban’dı. Evet bu ince işlerde sevmek ve yakınlık yetmezdi, kesingüven öncelik taşıyan önemdeydi. Esteban bu yüzden sık sık “Bak dostum Ernesto ütü mevzusu üzerinde çok riziko barındırıyor, radyo işine benzemez, lütfen dikkat ve epey sabır” diyordu. Ve nihayet Esteban bir gece bir bar çıkışı artık enikonu bir ısrar makinesine dönmüş Ernesto’ya “Sana güveniyorum yoldaş, sen iyi birisisin beni satmazsın. İnan maliyetine yapıyôm walla tek pesota çıkarım yok bu işte” demişti. Bu konuşma üzerine üç ay dolmaya yakın malzeme Ernestoların arka bahçesindeki kümes altına açılan çukur içindeki yerini almıştı. Teknoloji harikasının üzerinde made in USA yazıyordu. Ernesto düşününce hayret ediyordu: Zavallı kapitalist ülkeler işi gücü bırakmış gereksiz yere neler de üretiyordu! İşte idealsiz ideolojisiz lidersiz Partisiz bir topluluğun geleceği yer ancak burasıydı, yazıktı günahtı zulümdü ayıptı, insanlık adına acı bir kayıptı.

Değerli ve potansiyel tehlike kaynağı varlık üç kat kalın naylona sarılıp kutusuyla birlikte gömülüp zulalanmıştı, elbette masumiyet timsali çocuklar görmeden. Zira çocuklar henüz ideoloji terbiyesi almadığından lider sevgisi tam gelişmediğinden doğru yanlış nedir bilmediğinden ötürü sağda solda konuşabilir ağızlarından ütü sözü dökülebilir Ernesto-Evita ikilisi rejim muhafızlarının müşfik kollarına düşebilirdi. Ernesto hatırlıyordu da karı koca tam on gün gece uyku tutmamıştı. Ve vefa ve sadakatin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan Evita üstün bir fedakârlık örneği sunarak “Ütülediğim ilk gömlek seninki olsun istiyorum canım” demişti. Öyle güzel tutmuştu ki Ernesto puro fabrikasında bütün gün ütülü yaka tedirginliği yaşamıştı. Böylesi özenli ütü ancak buharlı bir makineyle başarılabilirdi ve aklı başında herkes bilirdi ki buharlı ütü kullanımı evde bulundurması elde edilmesi hatta buna teşebbüs edilmesi kesinkes yasaktı. Bu tür basit ayrıntılar meraklı göze sahip bir Parti komiserinin dikkatini çekebilirdi. Neyse korkulan olmamış Ernesto akşam evine tek parça dönebilmişti. Zanırtmanın yeri ve zamanı değildi mantığı ise hiç yoktu. O yüzden gizli ütüleme operasyonuna ilk ve son defa ara verilmiş sağ salim bugünlere erilmişti. Kutsal emanet “gününe kadar” unutulmaya değil uyutulmaya bırakılmıştı. Ve işte nihayet o özlenen beklenen özgür ve mutluluk dolu zaman dilimi gelmişti, gün bugündü daha n’olsundu be!

Beş yıl önceydi Carmita doğmamıştı ve Fernando henüz iki yaşındaydı dört maaşa kıyılarak bir radyo sahibi olunmuştu, üstelik legaldi (Fakat gene de Esteban’ın sihirli uzun elinin bu işe değmesi gerekmişti). Oysa ütü yedi maaşlık birikime patlamış ve yasadışı yollardan ele geçirilmişti. Ayrıca buharlıydı ve elbette bunca telaş ve tehlikeye değerdi. Yakalanınca on yıl hapis yatmaya ise değmezdi!

Beş yıl arayla böylesi sürpriz bu ölçüde travmatik olgu doğrusu kaldırılır yük değildi. Bünye alışana kadar okkalı bir sabır sürecinden geçmek gerekiyordu. Ama Evita güçlü kadındı bunu da atlatırdı. İşte yıllar önce ancak fısıltı olarak kurdukları hayaller beşer onar yıl arayla da olsa gerçekleşiyordu. Hani olur ya belki bir gün diğer dünyalılar gibi... Bu noktada Ernesto-Evita ikilisi susuyor ortalığa anlamdışı bir sükut çömüyor “Delirmenin sapıtmanın atıp tutmanın şımarmanın da bir sınırı ve hadd û hududu var canım” deniyordu.

*

Ve işte Ernesto’nun ünlü sabrı tükenmeye yüz tuttu fazla dayanamadı, karısına şimdilik son bir kez daha sarılmaz ve bir kadeh daha savurmazdan önce kapıdan girdiğinden beri dilinin ucunu yalayan içi müjde dolu iki haber daha verdi: Signor Comandantemiz fritöz ve düdüklü tencere kullanımı da serbest bıraktı!

Evita’dan yükselen heyecan ve inanmazlığa dair uzunca bir “hıı...” ünlemini ikisi de duydu. Fakat -dalgınlık bu ya- Ernesto basit bir ayrıntıyı atlamış bulundu (Oysa eve ilk radyo girdiğinde de aynısı yaşanmıştı). Bu yüzden biraz geç kaldı ve ne yazık sevgili Evitasını tutamadı. Bu sırada Evita sevinç ve mutluluktan bayılmayı başarmıştı. Ernesto uzandığında Evita çoktan yere yığılmıştı. Öyle güzeldi ki bir an için ona düşüp ölmenin bile yakışacağını düşündü!

ROKAŞA

Yeşil günler aradan çekilip yerini sarı yaza bırakmıştı, çok geçmedi gezgin bir keşişin yolu sonunda Rohatin’e de düştü. Saçı sakalına bakılırsa ilk elde Kozak sanılırdı. Ukran dilini düzgün konuşuyor, cüppe eteği yerleri süpürüyor, samur kalpaktan taşan saçları sırtını sarıyor; geniş omuzlu, dinç duruşlu, uzunca boylu... Buna karşılık şarap içmiyor, domuz pestili yemiyor. Dilucuyla yaptığı itirafa bakılırsa midesinden azıcık şikayeti varmış. Gezgin keşiş görmeye alışkın köylü için sıradan biri gibiydi. Üç gün içinde kutsamadık ev bırakmadı. En uzun kaldığı yer ise İvan ile Nadyanınki oldu. Onların iki oğlu dört kızı vardı: Tudor, Alyoşa; Olga, Nataşa, Tatyana ve Roksana. Keşiş, nedense ortada görünmeyen evin küçük kızını merak etti, anne ağladı, baba yutkundu. Sordukça anlattılar. Keşiş akşam yemeğine kaldı, sohbet uzayıp gece yarısını bulunca yatmaya da razı oldu. Bu bağışlanmış imtiyaz, ailenin kıskanılmasına yol açacaktı. Kutsal adam sonraki değişik yemek ve yatak çağrılarını ise hep reddetti. Diğerleri üzülmekle yetindi. İvan’ın evi hiç de büyük ve yeni değildi. Koca papazı oraya çeken neydi acaba; amaan dediler, tanrıadamlarının işine bizim aklımız ermez. Çocuklar ardından ayrılmıyor, cüppesindeki cebin dipsiz derinliğinden avuç dolusu saçılan kuruyemiş ve -ilk defa gördükleri- kağıda sarılı şekerlerin büyüsüyle dört yanı gıpta bakışlı, sarı pürçekli, mavi gözle dolaşıyor...

 

Yedinci gün geç döndüğü karşı tepe gezisinden sonra Boris Dayı’ya “Yukarıda gür bir kaynak var, künk döşeyip köye su indirmek gerek” dedi. Yaşlı adam çarpılacağını bilmese papazın aptallığına açıktan gülerdi ama yılların tecrübesiyle kendini tuttu. Buralarda seksen yaşında boris olmak kolay değildi, onun için yalnızca şaşmış gibi yaptı ve elinde bir iş belirdi. Tecrübeli olsa da ağzı torba sayılmazdı. Güneş batmaya kalmadı, bütün köy bu delice sözü işitti. Yaşını tam kestiremedikleri keşiş, elde sopa birkaç gün daha eylendi sonra da gitti. Çoğa varmadı, yatıp kalktığı küçük kilise odasında unutulmuş ağırca bir heybe görüldü. Kuru üzüm, ceviz, iğde, şeker yığını arasında sarı sarı parlayan yuvarlak kesimli bir sürü maden parçası... Boris Dayı “Bu çocuk işi değil” deyip önüne bırakılan heybeyi onlardan aldı. Kutsal pedere ulaşmak mümkün görünmüyordu, hem insan kızdıran yaz güneşi altında yarı çılgın bir tanrıadamı ardınca yürüyüp de ne elde edebilirdi... Ayrıca bu sır köy dışına da taşmamalıydı. Heybe, muhtemel ikinci ziyarete kadar emanete alınsa, şu yapılsa bu edilse... Boris Dayı her şeyi düşündü, ince eledi sık dokudu ölçüp tarttı ve altınları ev başı yedişer olmak üzere dağıttı. Haddinibilmez Vanya ve yapışık ikizi Gözüdoymaz Aleksi, o günün gecesi kazma kürek kiliseyi köstebek yuvası eyledi ne yazık kendilerini sabahleyin çömeldikleri yerde, önlerinde duran birkaç kafatası ve paslı kırık bir haça söver buldu.

 

Edirne’deki buluşma kısa sürdü. Dağyaran Recep tüccar kılığında girdiği Tunca kıyısındaki konaktan akıncı beyi olarak çıkmıştı. Yazıya geçirdiği bilgi ve izlenimleri Paşa’ya sunmuş, birkaç ayrıntı daha cevaplamıştı. Görüşmenin bitmesine yakın “Paşa Baba, köy susuzdur çoluk çocuk zahmet çeker, hele kadınlara pek acıdım” deyince yaşlı adam “İyi düşünmüşsün evladım, Sakabaşı Mehmet şu sıra Kiev’de olsa gerek. Tiz güne iş üzerine onu salarız” dedi.

Paşa, Türk casusun çıkışından sonra da bağdaş kurduğu divanda oturuş biçimini değiştirmedi fakat düşünceleri buna uymadı. Basit bir Ukran kızı için böylesi istihbarat... Yaşlı kurt çok beklemeden gülümsedi “Evet dedi, tabiî, elbette ya...”

*

            Yine bir gün köy yabancı insan bağırışı arasında kazma kürek sesine uyandı.

Yanlarında gereğinden çok ve işle ilgisiz bir sürü nesne vardı, özellikle getirilmiş gibiydi; tuhaftı doğrusu.

            Ustabaşı Matyas’ın ağzından kaçırdığına göre Yaşayan Aziz ünvanlı Keşiş Mihal, rüyasında Rohatin’i görmüş, yine aynı rüyada Yüce İsa köyün ortasındaki üç yarım ay biçimli, duvarı gül çizimli bir çeşmeden su içiyormuş. Usta, uzayan rüyayı “Yaa işte böyle böyle” diye istavroz çıkartarak bitiriyordu. Sözün kısası, bunu duyan dinibütün bir boyar kesenin ağzını açmış kendileri de ark yarıp künk döşeyip kurna akıtmaya gelmişti. Hıristos aşkına diyordu, bu köy sağlam bir kutsamadan geçmiş!

Ustabaşı Macar; işçiler Buğdanlı, Ulah, Urban, Uskok ve Çingene idi. Köyde birkaç gün içinde yedi sekiz dilden söz, türkü, nâra ve küfür duyulur oldu. Macar usta işinde sert ama pek de şakacıydı. İş yetmezmiş gibi ağız kalabalığını da yönetiyor, söz dinlemez adamlarına çok kızınca kendi dilince sövüp “Karşınızda Türkçe konuşan mı var hâ” diyordu. Köylüler en çok onun bu sözüne gülüyordu. Şarap ise bereketli bağlardan fışkırdığı hızla bakır maşrapalardan gürül gürül taşıyordu.

Herkes Yaşayan Aziz’in kim olduğunu hemen anlamıştı. Bu, iki ay kadar önce köye konuk gelen iriyarı, uzun sakallı gizemle papazdan başkası değildi.

Matyas Usta -aklına nereden estiyse- çeşmeye Rokaşa adını verdi. Bu adlama, Kederli Nadya’nın yüreğine cız düşürdü, kor olup oturdu. Hiç unutmadığı sevgili Roksanasını bir daha hatırladı. Acaba bahtsız, dünyalar güzeli Rokaşa nerelerdeydi...

Üç kurnalı çeşmenin alınlığına yeni açmış gül deseni kazınmıştı. Kederli Nadya kovasını artık hep oradan dolduracaktı.

On beş kişilik işçi topluluğu ayrılırken eldeki bütün malzemeyi köye bıraktı. Fazladan getirdikleri aletler de tarla işinde kullanmak üzere evlere dağıtıldı. Fazlalık öyle fazlaydı ki, kırk günü bulmadan köyde marangoz, bıçkıcı ve iki demirci işliği belirdi. İşbilir Jakop çerçi olup çıkmakla kalmadı, dolay köylere bile satışa başladı. İzleyen yıl köyden gürbüz ve akıllı sekiz yeniyetme İstolni-Belgrat’a devşirildi.

*

            Paşa’nın hazırladığı belge otuz aharlı sayfadan oluşuyordu. Güzelce zarflayıp mum döküp mühür bastı, ardından gizli haberleşmede uzmanlaşmış Bosnalı Hüseyin’i çağırttı. “Sakın halel gelmeye, tiz kapuya iletesün” dedi. Çavuşun çıkışından sonra odacıbaşı destur istedi. Nice oluyor, sabahları âdet edinmişti, közde pişirilmiş kahveyi seviyordu. Bu tat henüz Devlet-i Aliye mülküne yayılmamıştı. Yakın dostlarına ikrâm ederken “Ama diyordu, çoğa varmaz şu mübârek lezzet damaklarda yer eder diye kurarım. Bilir misiniz, İstanbul’da birkaç kahvehâne açıldığını duydum”. Dostları “Sen değil de başkası mı duyacaktı” deyip mesleğini hatırlatınca “Hadi canımı sıkmayın da boşaltın fincanları” diyordu.

*

            Kurnadan ilk kova dolduruluşundan bir yıl. Yaşayan Aziz’in rüya görmesinden bir yıl üç ay, gezgin papazın gidişinden bir yıl altı ay, Olga’nın düşük yapıp Nataşa’nın ikiz doğurmasından yirmi gün sonra ve güneşle birlikte Rohatin’e kalabalık bir kâfile yaklaştı. İlk gören Küçük Viladi’ydi ve çığlığı herkesin toplanmasına yetti.

            Kimler yoktu ki, önde erkekler olmak üzere herkes oradaydı: Haddinibilmez Vanya, Gözüdoymaz Aleksi, Kör Şaşa, Şaşkın Şaşka, Yakışıklı Lenka, Topal Vanişka, Keçisakal, Çerni, Sofu Mihail, Kambur Andre, Züğürt Petro, Yetim Korni, Yeniyetme Mişa, İşbilir Jakop, Irgat İgnati, Bitli Bikof, Pinti Radlof, Şişko Fedor, Yenidamat Malinin, Dul Korney, Hırsız Donilo, Serhoş Vasili, Çapkın Makin, Atsurat Valeri, Anakuzusu Yevgeni, Yorgun Pavel, Kambur Arkadi, Sığırtmaç Piyotri, Kaçak Koyla, Çardüşmanı Yuri ve delikanlılar... Hele Nikolay, Ayı Niko derlerdi ona; üç kişinin önünü kapatan irilikle en öndeydi. Tam bir çamyarmasıydı, tek oturuşta midesine bütün mozak indirdiğini bilmeyen yoktu.

Kadınlar az geride sıra tutmuştu: Süttenli Katya, İrikalça Olga, Gebe Maşka, Dul Maşa, Çıtkırıldım Ani, Darağız Anuşka, Fettan Feniçka, Nazlı Eleska, Duygulu Vera, Tövbekâr Dunyaşa, Mahzun Anna, İncebel Lilya, Uzunsaç Arina, Gizemli KaterinaGüzel Marya ve diğer kısrak tavlı, kanıayaklı saçı mısır örgülü onlarca çift mavi göz... Hele Mişka, Mişka Ana derlerdi ona; yüz okka çeken gövdesi, akıtsa bütün bozkırı süte doyuracak dev memeleriyle kadın gürültüsünde başçekiyordu.  

Daha önce hiç görmedikleri kılıktaki konukların dış giysileri atlastan, koşum süsleri altından, at gemleri ise ibrişimdi. En önde kurt yelesi saçlı, kartal kanatlı, ak tolgalı bir akıncı... Ardınca orta yaş süren ve bilge olduğu anlaşılan koca sarıklı saygın birisi ve çevresinde kuş uçurtmayan yedi serdengeçti... Daha geride mesleği buralara yabancı türlü kılıkta yetmişten artık adam... Bu topluluğun görkemi içinde ancak fark edilen ağırlık düzülmüş dörder katana yedeğinde dokuz araba... Hele atlar, ille de taze güneşi elem elem eleyen gümüş kakma eyer, altın yaldızlar...

Herkes taş kesmiş, indirilmiş cennet tasvirine dalıp gitmiş ve çıkarılan istavrozların sayısı binleri aşmaya yakın, düş manzarası meydanda soluklandı; yalnızca bir at kişnedi. Ancak o zaman ne yapılacağını hatırlayıp konukların yanına üştüler ve yine ancak o zaman gelenlerin insan olabileceğine inandılar. Faltaşı gözler helesi kırpılabildi. Gecikme biraz daha sürse, sarkan örümcekler hareketsiz gözlerin kapağına ağ atabilirdi.

Öncül akıncı atının üzerinde doğruldu, ilk önce Arapça selam verdi, ardından Ukranca konuştu: Selâmünaleyküm... Tanrı’nın selamı sizinle olsun, Tanrı konuğu kabul eder misiniz? Yutkunan boğazlardan “da... da” fısıltısı duyuldu. “Sultânımızın akrabalarına da bu yaraşırdı”. Kendi dillerinde söylenmesine rağmen son söze bir anlam veren çıkmadı.

İyi ki meydan genişti yoksa böylesi kalabalık Çarigrad’a bile güç sığardı. Topluluk sanki zora istekliymiş gibi Rokaşa Çeşmesi önünce yürüyüp köyün kuzey ucuna ileten dar sokaklardan geçip İvan-Nadya çiftinin evi önünde karar kıldı. Ancak o zaman at indiler. Kederli Nadya üstünde mutfak önlüğü, ardı sıra Delikısrak Tatyana, iki gelin ve oğullarından olma dört torunla eşik üstünde kalakaldı. Görmekte geciktiği manzara hemen karşısındaydı ama herkes “İvan?” diye aranıyordu. Çeyrek saati aşmadan omzunda kosa, yanında iki delikanlı oğluyla o da göründü. Onu çayırdan getirmeye tam yirmi kişi koşturmuştu. Bu arada etrafta mekik dokuyan sabırsız çocukların avuçları tuhaf yiyecek, koltukları garip hediyeyle dolup taşırılmıştı.

Kuşluk vakti girdiğinde evin geniş ön bahçesine üç otağ kuruldu. Ortadaki bilge kişi, sağ yandaki ağırlık, soldaki de kendileri için. Tebriz halıları üzerinde ise açılmayı bekleyen onlarca sandık, yüzlerce bohça, sayısız kese...

Güneş ışığını dik vermeye yakın daha önce hiç duymadıkları bir ses köyü bürüdü. Ses ardınca bütün konuklar çeşmeye inip meydana serilen halılar üzerinde ibadetini yaptı. Saflar arasına karışan üç beş yaramaz da onlar gibi yatıp kalktı, el açıp “âmin” dedi. Nedense hiçbiri de akşam yemeği sırası azarlanmadı. Kimi ana baba bundan gizlemedikleri bir övünç dahi duydu.

Bey, Ağırbaş İvan ve Kederli Nadya ile başbaşa görüşmek diledi. Eve buyur ettiler. Sözü fazla uzatmadan kaftanına el atıp yayvan ipek kese ve içinden de Kiril elifbâsıyla yazılmış bir nâme çıkardı. Kederli Nadya daha durmayıp atıldı ve emaneti koynuna bastırdı. İki olgun erkek yeniden söze başlayabilmek için, yanık anne yüreğinden sızan uzun bir inleyiş dinledi: Âh Roksimo... na maykamu anniçkunu.Anchor*

Konuklar köyde iki haftayı geçkin kaldı. Dönüşte her iyi insanın yapacağı gibi güzel atlara binip gittiler. Getirdiklerini bilerek unutmuş gibi yaptılar. Bu unutkanlığa karşılık Kederli Nadya da Roksana için gözyaşı döktüğü yılları çabuk unuttu. Tatyana’ya üzülmeye bile değmezdi. Onu bizzat kendi eliyle Dünürbaşı Abdurrahman Samsa Bey’e nikahladı. Olsundu... Tati, bey karısı olmakla yetinsindi herkes Roksana gibi padişah gözdesi olacak değildi ya!

*

            Bu gece payitaht, serinleten dolunay eşliğinde sanki aşkla yer değiştirmiş gibi yıldızların raksına evsahipliği yapıyordu.

Hasodabaşının şerbet sunumundan sonra Sultan’ın ehl-i sohbet baba dostuyla yaptığı ikili konuşmanın yönü ciddi meselelerden ayrılıp gönül üzerine yoğunlaştı. Epey söz edilip iç çekildi. Sonra, Sultan elindeki dîvândan rastgele bir sayfa açtı:

            açıl bâğun gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler

            salın serv ü sanavber şîve-i reftârı görsünlerAnchor*

 

            Sultan, bir an soluklandı ve “Bâkıy Efendi’nin bu matlâını pek severim” dedi.

            -Belî Sultânım.

            -Bizüm dahi murâdumuz, egerçi üdebâ lâyık görür ise, sahib-i dîvân olmaktur.

            - İnşâallah Hünkârum, inşâallah...

            Sultan bu sefer irticâlen bir beyt okudu:

            celîs-i halvetim vârım habîbim mâh-ı tâbânım

            enîsim mahremim vârım güzeller şâhı sultânımAnchor**

 

            -İşte, gördüğünüz üzre şiir ile gönlümüzün pasunu silmekteyüz, cenkten gerü değülüz ammâ ekâlim ile cidâl dahi yaman uğraştur.

            -El-hak doğru söylersüz Sultânum, lâkin bizüm haddimüzden ıraktur..

-...

            Şeyhülislâmın şiire âşinâlığı pek azdı. Sultan, edebî münâkaşayı edebe uygun bulmadı ve hocasını rahatsız etmekten kaçındı, yeniden akâidten bir mevzu açıldı. Uzayan sohbet için şerbetler tazelendi. Padişah, söz başı bekleyen yaşlı bilgeye yeni aklına gelmiş gibi hitap etti.

-Hürrem’i nikâhımıza almak dilerüz.

Ebussuud Efendi yaşından gelen iltimas ile gülümsedi.

-Münâsüptür, irâde-yi şâhâneniz hayrolsun.

Kısa konuşma ardınca fıkhî konulara girildi.

 

Ebeler, günü erişince Hürrem Sultan’ın kucağına nurtopu bir çocuk uzattı. Padişah, oğluna kendi babasının adını konmayı buyurdu; kulağına Selim okundu.

Küçük şehzâde ayaklanıp büyüyünce annesi onu “Arslanım şehzâdem” diye sevdi. Çocuk, ileride padişah olacağını bilmeden emdi, ağladı, güldü, oynadı...

Anchor* Âh Roksanacığım... annesinin bitanesi

Anchor* Ey aşk bağının gül ve nesrini, biraz açıl da yanağını görsünler. Servi duruşlu, fıstık çamı giyinişli sevgilim, şöyle bir salın da yürüyüş tarzını (yürüyüş nasıl olurmuş) görsünler.

Anchor** Ey kendime eş edindiğim varlık sebebim olan parlayan ay yüzlü sevgilim, can dostum en yakınım güzeller şâhı sultânım. 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

GÜNDÜZ İNSANI

 

Gündüz insandı gece hırt...

Böyle olana kadar öyle değildi, gündüz insan gece minsan idi. İşin aslı tam da öyle sayılmazdı, yalnızca ve galiba öyle olmayı istemekle yetinmişti. Sabahtan akşama, yani gündüz -hatta güpegündüz- insan gibi olup sularla beraber hava karardıktan sonra gece boyu hırt biçiminde yaşamayı hayal etmişti. Nasıl Bursa o hayalle uyursa her gece, o da bu hayalle uyumuştu her gece... hergele! Sosyal statüsü uygun, ictimai mevkiî müsait değildi. Yoksa o da bilirdi İstanbul’un Beyoğlusunda tinerci takılmayı. İyi olmayı denemek varken ve herkes -en azından- öyle yaptığını sanırken zırt pırt, hırt olmayı istemek de -yine- anlaşılır şey değildi. İçinde palazlanan ikinci kişilikten habersiz yıllar tüketmişti; iyi de etmişti. Sanki o yapıp etmese yıl denen nesnenin tükeneceği neyin yoktu.

 Gündüz feneri, gündüz gözü değil ama gündüz insanıydı. Gece insanları ise geceyi yaşayan değil, garip taifesinden olup geceler garibin tesellisine sığınmış sıradan, sade, iddiasız, kimliksiz, bilinçsiz, bilgisiz, ilgisiz canlılardı.

 Ne inin ne de cinin top oynayamadığı ve bu yüzden bunalıma girdikleri bilinen apaçık bir gerçektir. Bunun böyle olduğunu herkes bilir. Herkesin bilmeyip yalnızca bazılarının bildiği ise, oradaki (neredeki?) inin, küçük mağara, vahşi hayvan barınağı olan in değil, insanın kökü olan ins olduğudur. Yani işin aslı ins ile cin olmuş oluyor. Ve elbette insanın insten sonra cins diyesi geliyor. İnsan bu, su misali aktığı gibi bazen de cinsliği tutabilir.

 Gündüz insan gece minsandaki giz perdesini aralamak daha ilgi çekici heyecanlar getirebilir (getirsin hele). Minsan denilen kavram, min ve san ile ilgilidir ve bizi ister istemez ardısıra tâ Caponyalara kadar sürükleme kabiliyetine sahiptir. Aslı ming olan min, Çin-Capon ortak kullanımına ait bir kelime. Öyle ki hanedan adı olarak da tarihte seçkin bir yer edinebilmiştir: Ming hanedanı... (Bu noktada babasının bir zamanlar Maocu olduğunu hatırlamadan edemiyordu). San ise yine Caponcada ağa, bey, efendi, beyefendi, samuray çetesi başı karşılığı epey yaygın kullanım alanına sahiptir. Anjin-San’daki dizifilim tadı min-sandaki kadar köklü değildir. Ezcümle, minsandan beylerbeyi, beyefendi kere beyefendi falan gibi bir şeyler anlaşılmak mümkündür.

 

***

 

O eskiden böyle birisi değildi, aklı başında söz eder -yer yer- akıllı geçinirdi. Kendi dahil herkes ondan memnundu veya en azından öyle görünüyordu. Tıkırında giden her şey, bir gece değil de bir günün gün ortası olan öğle vakti değişti.

 Sıkılmıştı...

 Durum, konum, statü, mevki, kabuller, anlayış, yaklaşım, algı, vergi, cemiyetteki ismi, çevresi, sevapları, tövbe beklemekten gına gelmiş günahları, sıradanlıklı amaçları, taranmayı bekleyen saçları, gidip yapmadığı maçları, yerde sürünen taçları, gaspedilmiş tahtı, tutmadığı ahdı... hepsi birleşti; bu yetmedi birleşmeyi ikileşme, üçleşme, üç yüz bin kere üç yüz binleşme izledi. Sağduyu kendini sol yanda gizledi, durum(u) yakıp eriten, terleten öğle sıcağını da terkibine alarak (galiba temmuz günlerinden bir gündü) dokundukça devleşen masal hayvanları gibi büyüdü büyüdü... Dikildiği yerde bayılıp düşmemek için kıyıya çekildi. Kaldırım önüsıra sahte hayat yaşayan yüzlerce sırt ile doluydu. Bu kadar sırtı daha önce bir arada görmediğini düşündü. Neler oluyordu... Acaba hep oluyordu da o yeni mi farkına varmıştı... Sırt sayısı binleri, sonra yüz bin kere yüz binleri bulmaya yakın, hırt olmaya, ama sabredip geceyi beklemeye karar verdi. Çünkü olmayan tecrübelerine göre hırtlığın çağı gece idi.

 Gece...

 Geç gelen, bir türlü geçmek bilmeyen, günün gündüzün ışığın aydınlığın düşmanı; beyazın tersi, akın zıttı, ağır, hantal, kunt ve karanın öteki adıydı. Tanıyordu geceyi; gece kimi zaman aşkla yer değiştirmiş, nicesine bağır deştirmiş, ürküten, korku püskürten, gırtlak öksürten karadan daha kara bir feraceydi.

 Gece yapılacak ya da olacak -olmasını isteyip kararını verdiği- bir işe gün ortası öğlen vakti karar vermek tuhaftı. İşin tersliği, kendini daha ilk başta ele verir gibi olmuştu.

 Evi, işi, vücudu güzel bir sevgilisi, duyguları vardı ve iç dünyasında esen fırtınalarla sıradan bir sapıktı. Gündüz insanı, dağ sırtı, pala pırtı türünden ilgisizlik ve dengesizlik örneği biçiminde yaşadığı yozlaşma süreciyle gece hırtı olmaya hızla ilerlediği söylenebilirdi. Gece hırtına hırtapoz, zırt pırt densizlik edenlere de zırtapoz denen bir sosyal gerçeklikte hali acaba nasıldı ve n’olacaktı?

 İkidebir ve zırt pırt hırt olunmazdı. O yüzden belli saatlerde hırtlık etmeye karar vermişti; karar vermesinin sebebi buydu. İlk o akşam (karar verdiği sıcak gün ortasının gecesi) denedi ve sonucu tatmin edici buldu. Yıllardır içinin bir yerlerinde kıvrılıp bükülmüş ince uzun bir yılan gibi zamanını bekleyen ikinci kişiliğini keşfetmekten memnundu. O gece tam iki köpek ve üç kedi öldürmeyi başardı! Zavallı yaratıklar şehir hayvanı olmanın getirdiği rahat tedbirsizlik ve sahte güvenle olacağı tahmin bile edememişti. Ensiz küçük balta başlarına (ikisinin sırtına) inerken bile bunu hayvanseverliğin yeni bir yansıması sanmışlardı.

 İlk iki ay dikkat çekmedi. Acar ama paranoya sahibi olmakla da kınanan genç bir muhabir gasteci, artan hayvan cinayetleriyle ilgilenmek istedi. İşe gastelerin üçüncü sayfalarını taramak ve şehir radyolarıyla ilişki kurmakla başladı. Belediye itlaf ekipleriyle özellikle ilgilenmedi. Onlar gündüz çalışır ve atılabilir zehirli iğne kullanırdı. Hayvan soykırımı dördüncü ayını doldururken adını koymakta zorlandığı bir tespite ulaşmayı başarmıştı: Birisi ya da birileri sistemli ve aynı yöntemle hayvan katliamı yapıyordu! İşin çoluk çocuk, fıttırmış deli, sıyırmış emekli ya da bunak dede işi olmadığı belliydi. Ulaştığı ikinci sonuç daha da önemliydi: Öldürülme işi kesinlikle gece yapılıyordu. Vahşete dehşet katan bu zamanın bilerek seçildiği apaçık meydandaydı. Anneannesinin adı noya olmamasına karşılık iç dünyasında paranoya yansımaları barındıran genç gasteci kız, beş aya varmadan katilin sosyopsişik yapısıyla ilgili çılgın bir tespitte daha bulundu: Adam -ki kadın olmadığından adı gibi emindi- gündüz insan gece hırt türü bir hastaydı!

 Aylarla ifade edilen zaman diliminde gündüz insanının becerdiği özel vahşet örnekleriyle de karşılaşmıştı. Bilmem kaçıncı olay ertesi adamın hırtlığını hissetmişti. Bin bir uğraş sonucu bir hayvan gönüllüsünün önayak olmasıyla yaptırabildiği otopsi sonrası -zaten sabitleşmiş- düşüncesi tamamen kesinleşmişti. Taze köpek leşinin ön sırt bölgesindeki etsiz iz, bir canlının dişleriyle -ancak- açabileceği yaraydı. Çıplak gözle bile bunun türdeş bir varlık eseri olmadığını anlayan sosyete baytarı, iki saati aşan inceleme sonucu “Olamaazz... olmamalı... yani şimdi bu... nasıl... hoppala...” şeklinde zırvalamaya başlamıştı. Zırva zanırtmaya dönüşmeden önce veteriner hekim Olgun Özbudun Bey gasteciye “insan dişi izi” diyebilmeyi başarmış, ardından baş dönmesi şikayetiyle en yakın koltuğa yığılmayı seçmişti. Adamcağız izleyen günlerde evinde sağlık sebepli uzun bir dinlenme süreci yaşayacaktı. Gasteci kız insafa gelip olayı haber yapmadı.

 Gasteci, gazeteye bir sürü doldurma haber yanında sık sık hayvan cinayetlerini de işleyen bilgi taşıdı. Hepsi olmasa da üçü beşi yayınlandı. Bu arada son yedi aydır birlikte yaşadığı kimya mühendisi çocukla nişanlanıp yine yedi ay sonunda evlenmeye razı etti. Kimyacı sevgilinin nerdeyse hiç gece hayatı yoktu, tam bir gündüz insanıydı. Birkaç yıl daha gecikirse şişme, sarkma gibi şeyler yüzünden kızkurusu kaderi yaşayacağını ve haber müdürünün metresi olacağını biliyordu. Evlilik konusunda yançizme eğilimli kimyacıyı iknada fiziği sayesinde fazla zorlanmamıştı. Son on gece meme iriliği, but yuvarlağı, saç yumağı, ağu, buğu, oluk, soluk, ter, doku, koku, kıvrım, tütsü, davultozu, minare gölgesi, az söz çok muamele ile epey yoğun geçmişti. Tasarlı saldırıya fazla dayanamayan mühendis, on birinci gece daha başlamadan “mayna, yelkenler suya” demek zorunda kalmıştı. Eşeğini sağlam kazığa bağlayan gasteci, nişana sekiz gün mütecaviz zaman ertesi ilgisini yeniden hız kesmeyen hayvan katline verdi. İkinci vermeyi ise köpekdişi ağrısından yakınan kimyacıya tanıdığı bir dişçi adresi vererek yaptı.

 Gastecinin tek tesellisi, çılgın herifin insan ırkını hedef seçmemesiydi. Mevcut birikim ve cinayet deneyimiyle savunmasız insan, tinerci, şarapçı, otçu, bimekan tiplere yönelse ortalıkta adam komaz tüketirdi. Yine de içinde belirip kaybolan “Eh fena da olmazdı hani, kurtulurduk pisliklerden” düşüncesiyle irkilecekti.

 İpucu izlemesi, işüstü yakalaması, ihbar, tanık, vazgeçiş bekleyen gasteci kız rastgele gittiği bir trafik kazası haberiyle işi çözdüm sanacağını hiç tahmin etmemişti. Bilinen bir akşamüstü kazasıydı. Hızlı araba kaldırımda yürüyen bir yayaya çarpmış adam da hemen oracıkta ölmüştü. Sürücü muhtemelen içkili çıkacaktı. Artık iyice kışlığını gösteren havadan korunmak için uzunca bir palto giydiği anlaşılan otuzlu yaşlardaki ceset yerde boylu boyunca yatıyor, üzerine örtülecek eski gazete bekliyor... Yandan, önden, üstten ve ne kadar açı varsa hepsinden resim ve iki görgü tanığından bilgi alan gasteci kız, ayrılmak üzereyken kazayı yapan pahalı araba sahibiyle de görüşmek istedi. Adam üzüntü ve şaşkınlıktan ne yaptığını bilmez durumda, kimi görse özür diliyordu, kızdan da diledi. Söyleyeceği fazla bir şeyi yoktu, iş böyleyken böyleydi, o kadar... Bu arada gelen cankurtaran, cesedi almak istedi. İki görevli cansız yatan adamı sedyeye koymak için kımıldattı. Yukarı yükselen vücuttan madeni bir ses duyuldu. Onca kargaşa arasında yitip gitmesi gereken demir hışırtısı gasteci kızın kulağına, oradan da beynine ulaşmayı başardı. İçgüdüsüyle atıldı ve az önce kaldırıma sürtmüş, şimdi de kayışla bağlı olduğu sol omuzdan sarkan baltayı gördü. Çabuk davrandı hızlı düşündü âni karar verdi: Oydu!

 Ertesi gün “Hayvan Canavarı trafik Kazasında Öldü” haberi baş sayfada yer aldı; hem de haber müdürünün metresi olmadığı halde...

 

***

               

              Artık uzatmalı sevgilisi kimyacıyla evlenmiş gasteci kız, bir gece işten geç çıktı, eve varması da bir dizi aksilik yüzünden ayrıca gecikecekti. Araba da eşindeydi, o da bu akşam geç gelecekti. Kız yakın saydığı eve doğru yürümeyi seçti, bu saatte dolmuş falan çekemezdi. Yol üzeri çöp bidonları yanında eyleşen iki köpek gördü, önlem olarak uzak durmaya çalıştı. Artık enikonu depreşen temizlik kuruntusu yüzünden çekeceği vardı. Karşı kaldırıma geçmek istedi, olmadı. Nasılsa kesilmesi unutulmuş bir akasya ağacı gölgesine sığındı. Aksine aksi sokak lambası da yanmıyordu, bulunduğu yerde görünmez oldu “Hay aksi diyordu, işe bak”. Çok beklemeyecek gibiydi, hırlaşan iki hayvan uzaklaşmak üzereydi. Tam bu sırada yanlarında bir araba durdu, sürücü yerinden birisi indi, iner inmez elinde bitiveren baltayı da köpeklere indirmeye başladı. Her şey beş on saniyeye sığmıştı, hayvanlar bırak havlamayı gıkını bile çıkaramamıştı. Az önce iki köpek gebertmiş adam sakince, motoru hırlayan arabasına binip uzaklaştı. Bunlar olurken gasteci kız iki faltaşı göz eşliğinde yalnızca iki defa “Aman Allahım” diyebilmişti.

           Araba, adam, elindeki balta, öldürülen köpekler, arabanın kendi ve adamın kimliği... Gece plakayı okuması ve katilin yüzünü görmesini engellemişti ama durduğu yakınlık sesi tanımasına yetmişti. Yeni evli kimyacı balta sallarken hiç de gerekmemesine rağmen iki köpek için -sanki anlıyorlarmış gibi- hem de iki kere “Sırıt bakalım sırıt, gündüz insan gece hırt” demişti.

 

                                                                                                                       Osman Kibar 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

BEKLEYİŞ

İlk önce günler, sonra aylar, en son yıllarca süren bekleyiş, bugünlerde yeniden günler biçimini almış olarak ete kemiğe bürünmüştü. Herkes çözüm adlı formülün ortaya konulmak üzere olduğunu konuşuyordu. Söylentiler ayyuka çıkmıştı. Hedefe bir adım kalınmış gibi, son hamle bekleniyordu. Beklenti, hayâl, umma denen sözler bedenlenmiş yeni şekilleriyle omuzda davul, elde tokmak sokak sokak geziyordu. Zillere bu sebeple basılıyor, kapılar bu amaçla çalınıyor; merâbalaşırken göz ucu, dudak kıvrımıyla hep o hatırlatılıyordu. Hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Çözüm adı verilen, çâre denilen o vefâsız sevgili yıllar yılı onlardan hep kaçıp gizlenmiş, açığa çıkmama, kendini unutturma gibi kahredici âdetler edinmişti. İşte şimdi -bir ayı geçiyor- nerdeyse adı bile unutulmuşken, taptâze, capcanlı ve sesli telaffuz hâlinde herkesin dilindeydi. Söze onunla başlanıyor, o konuşuluyor; ayrılırken gelmesi dileği, bâzen de geleceği müjdesiyle vedâlaşılıyordu. Kimisi geliyormuş, bâzısı gelmiş, ötekisi birkaç günü kalmış, berikisi geceleri gören varmış, başkası şerbetli, muskalıymış, filanca ızbandut gibiymiş, falanca çok sertmiş, feşmekân adı yetecekmiş, diğeri değince eritecekmiş diyordu.

Geleceğine -hattâ geldiğine ve uygun ânı beklediğine- çözeceğine, bitireceğine, kurtaracağına olan îman, ölçüsüz bir yorgan olmuş katlandıkça katlanıyor; katlandıkça da kabarıyordu. Ahâli örtünün altında kıvranıyor, büzülüp eziliyor; yürekteki terâziler bu sıkleti çekmez deniyordu. İşâretler yapılıyor, gözler kırpılıyor, haberler ediliyor ve hep ‘tamam mı, geldi mi, açıklandı mı; nasıl, kim; ne zaman; sabah yakın değil mi’ diye soruluyordu.

 Çocukların zâten torba olmayan ağızları iyice açılmış, durmadan söz, yol yordam, yalan ve hayâl üretiyor; üretilenler ona, yüze, bine katlanıp kanatlanarak kulaktan kulağa ulaşıyor, artık koca bir aygıra dönmüş bekleyiş adlı varlığı besledikçe besliyordu. Bu kadar beslenip semiren bir canlı -başka zaman olsa- bıkkınlık, rahatsızlık getirirdi. Ama şimdi, aksine dokundukça büyüyen masal yumurtaları gibi, aşırı serbest, fazla rahat davranıyordu. Şüphe denilen ve bozguncu tâifesinin putu olarak tanınan tehlikeli madde, ne bu sokağa ne bu şehre ne de insanların umutla sütrelenmiş kâlplerine nüfûz edemiyor; yanlarından bile geçmeye çekiniyordu.

Kim ne dese, neyi yakıştırsa ona uyuyordu. Bir tek olumsuz tepki duyulmuyor; akıllara acaba sorusu gelmiyordu. Bu sefer kesindi; iş bitecekti. Yıllardır ve kısaca %u2018kötüadını verdikleri düşmana hiçbir şey sezdirilmiyordu. Bu konuda ricâ, îkaz, uyarı ve tembih gibi yardımcılara başvurmaya gerek görülmemişti; o derece pervâsızdılar... Eskilerin kimyâ, yabancıların formül; şimdikilerin bâzen çâre, kimi de çözüm dedikleri mübârek reçete, bütün hazırlık yapılmış hâlde bekleniyordu. Evet, sâdece bekleniyordu. Daha önce de beklenmişti; nerdeyse ömürleri beklemekle geçmişti. Fakat, şimdiki hepsinden farklıydı. Çünkü artık geldiğini, etrafta dolaştığını, yaklaştığını biliyorlardı.

Gitgide gelmesi, olması değil, sonrası konuşulmaya başlandı. Herkes ertesi gün olacaklar; yapılacak işler, üstlenilecek görevler üzerinde duruyordu. Sevinme denemesi yapanlar kınanmıyordu. Kendilerini çok alıştırmışlardı... Hepsi onun tehlikesiz, risksiz, %u2018renksizve masrafsızlığından emindi. Fikrî hazırlık, ön çalışma, araştırma, üretim, dağıtım, pazarlama ve ücret gerektirmediği biliniyordu.

Günler önce şöyle bir duymuş, üzerinde fazla durmamışlardı. Sonradan önemsediler; heyecanlandılar; evet, olabilirdi! Söyleyen çocuklardı. Biraz deşeleyince, kaynağa ulaşmak kolay olmuştu. Hiçbir çocuk kaynağı gizlememişti. Kaynak, hiç de kaynak denecek vasıfta değildi: İçinde su yoktu; kuyuya benzemiyordu; çıkrıksız, zincirsiz, kovasız, tulumbasız bir şeydi. Yaz kış aynı hırpânîlikte, üst baş dağınık, saç sakal karışık; kırık bir diş (Buna rağmen, en temiz ve tek bakımlı yeri ağzıydı); kambur, topal; unutulmuş bir harâbede yatıp kalkan, arada günlerce kaybolup yeniden ortaya çıkan, ne yiyip ne içtiği bilinmeyen; boş bakışlı, çorapsız, tabanları delik, cepleri çakıl taşı dolu, geceleri hayâlet kılığına bürünen birisiydi. Mırıldanan dudaklıydı ve yaşı da belirsizdi. Bütün özellikleri bilinir, ama ondan söz edilirken bunlar sayılıp dökülmez, kısaca %u2018delidiye kestirip atılırdı.

Çocukların kulağına fısıldayan oydu. Konuşma bile denemeyecek dudak kıpırtısı, ancak bir fısıltı silikliğindeydi. Çocuklar aralarda gelen nefes ve yutkunmaları ayıklayınca, fısıltıyı hissetmiş, anlam yükleyip cümle kalıbına döküp vakit geçirmeden çığlık, kahkaha ve oyun hâlinde sokağa taşmışlardı. Elebaşıları ise Erkan adında, beş altı yaşlarında bir çocuktu.

Deli, ilk önce herkesin bildiği, ardından kimsenin bilmediği bir şey söylemişti. Dediklerinde, herkesin bildiği şeyle ilgili bir yenilik yoktu. Uzun yıllardır -her yıl- aynı gün ve aynı saatte yapılırdı. TBK (Tartışılmaz Büyük Kişi) kimsenin hatırlamak istemediği meçhul ve en büyük zaferinin yıl ve saat dönümü îlan ettiği, dahi türlü kutsallarla kutsanıp kutlanan o gün, yanındaki seçkinlerle sevgili halkı arasına karışır, birkaç sokak ortasında dolaşırdı. TBK’nın bir gözü şaşıydı; kendisi her melânetin başıydı.

TBK kendisine alkış yapanlara, çiçek atanlara gülümserdi. Selefleri gibi yılda bir kerecik de olsa, iyi rolü oynamayı âdet edinmişti. Bâzen, halk çocuklarından birini kirli yanağından öper, dudağı kurumadan gizlice gerekli panzehiri içerdi. Ürperen sessizlik ise, uygun bir ân bulup o yavrucuğu elden ele, en uç sokaktaki dipsiz bir kuyu başına iletirdi.

Eskiler şöyle rivâyet eder kim...

…tâlihsiz yavrucuk kuyunun balçığı görünene kadar yıkanır, ardından gül suyuna batırılır, sonra da üzerine zemzem denilen ama terkibi bilinmeyen bir ilaç serpilirmiş. Eleme garkolan âile çocuklarını adresi gizli, sakallı ve takkeli olduğu iddia edilen, hâfızası güçlü olduğu için besmele çekmeyi hatırlayan, doksan küsur yaşında, âsî eskisi ve kânun kaçağı bir pîr-i fânîye okutmaya götürürmüş. Kırk gün süren bu arınmadan sonradır ki, zavallı yavrucak, kırk birinci günün sabah alacasında elinde bir maşa ile sokağa salınırmış. Görenler, elindekine bakıp ‘mâşa... mâşa...’ dermiş. Delinin seyrek duyulan fısıltılarından birine göre, bu sözün aslı ‘mâşallah’ imiş. İnananı pek azalan bu tevilsiz zırva deli sözü biçiminde meşhur olmuştur.

TBK’nın tomofilinin üstünde dalgalanan bir bez parçasında ‘Tartışılmaz, tartışılamaz!’ yazılıydı. Genç ve gür sesli halk insanları, bu sözü her bir dakikada iki tekrar olmak üzere tempo ile bağırırdı. Seslerin gürlüğüne sebep, bizzat bu sözdür diyenler de en bilge kişiler olarak saygı görürdü.

*

Deli'nin söylediği ve kimsenin bilmediği şey, o diyeli beri artık bilinir olmuştu. Söyleyenin deliliğine aldırılmamış ve çâre diye benimsenmişti. Bu fısıltının çocukların bir abartması olduğu unutulmuş, son ve kesin zafer vâdeden bir yol olarak kabul edilmişti. Son günlerde deli sözü, yerini veli sözü gibi, ne anlama geldiği bilinmeyen bir benzetmeye bırakmıştı. Yine, üç gün önce doğan bir çocuğa gizlice veli adı verilmişti.

Çocuklar Delinin ‘Biriktirsinler; boşa akıtmasınlar’ diye fısıldadığını söylüyordu. Bu yüzden, tam otuz dokuz gündür herkes biriktiriyordu. Ama, yetmeyecek gibiydi. Bir iki haddini bilmez arada gülümsüyor; bâzen kanı ayaklı birkaç tâze kikirdiyor; üç beş yeniyetme çarpıp deviriyor ve birikenler eksiliyordu. TBK’nın zafer kutlamasına saatler kala, birikimlerinin yetmeyeceğini farkedip üzüldüler. Gece ilerliyor, sabah yaklaşıyor, ama eksik giderilemiyordu.

Güneş, ilk ışığını göndermeye yakın, toplandıkları yerin kapısı vuruldu (Küçük Erkan, sese uyandı, ama gördüğü güzelliğe kıyamayıp yeniden rüyâsına döndü). Sürüyen bir adım, cız eden yüreğiyle kapıyı açtı. Hepsi hazırdı. Yine aynı şey olacak; çığlık, feryât, nâra, inleyiş ve ölüm gelecekti. Fakat olmadı; hiçbir şey gelmedi. Gıcırdayan ses, sâhibini aradı. Oh eden sürüyen adım, gülümseyen bir yüz olarak içeri dönmek üzereyken, güneş görevini yapmak için acellenen ilk ışığını serbest bıraktı. Kararsız ifâde, hayretle açılmış iki göz biçimini alıp hemen eşik kıyısına özenilmeden bırakılmış bir ışıltı farketti. Dışarıyı bir daha kolaçan edip eğilerek uzandı ve içeriye elinde küçük bir cam kırığıyla döndü (Sonradan, karanlık yan sokakta kaybolan bir fısıltı gördüğünü hatırlayacaktı). Işıltının cam parçası üzerinde girmesiyle, içerisi gün ortası gibi aydınlandı. Şaştılar ‘mâşa... mâşa...’ dediler.

Birkaç saat sonra bekleyişin son bulacağı umulan gün geldi.

Sabahla birlikte TBK ve yandaşları sokak başında göründü. Yıllardır ne olduysa, o gün de o olmaya başladı. Büyükler telâş ve korkudan olsa gerek, kırk gün kırk gecedir biriktirdikleri nesneyi yanlarına almayı unuttu. Evin küçük oğlu uyanıp bir kıyıda sâhipsiz duran bardağı aldı ve içindekini avucuna boşalttı. Henüz sıcacıktı ve damlamadı. Eli yumulu, usul adımlarla yürüdü. Güneş, bütün ışığını cömertçe yere dökmeye başlamıştı.

TBK bâzen yaptığı gibi, yine kirli bir çocuk yüzü aradı. Zâlim bakışlı gözler bir mâsuma sâbitlendi. Mazlumlar soluğunu tuttu. Zaman akmaz, vakit geçmez, saatler işlemez oldu. Nerdeyse, görünmeyen yardımcıların kanat hışırtısı işitildi... Bekleyiş bitmek üzereydi. Gül yüzlü çocuğun kulağında ‘haydi’ diyen bir fısıltı belirdi. Bir ân tereddüt etti, sonra gayrete gelip unutulmuş bir sözle ve rüyâsındaki gibi ‘bismillah’ diyerek, avuç dolusu katılaşmış gözyaşını şaşı deccâlin üzerine atıverdi...

                                                                                                                            

                                                                                                           Osman Kibar


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

NÂMIDEĞER SULHİ

Sulhi sokakta yürümektedir.

Arkası basılı yumurta topuk, sivri burun ayakkabı kabarasının arnavut kaldırımlardan yankılanan eşit aralıklı sesini bütün sokak dinlemektedir. Beyaz gömleğin üstten dört düğmesi açık, düşük sol omuzdan düşüp düşmemekte kararsız laci ceket... Aynı kumaştan dikilmiş takım yeleğin küçük sağ cebindeki Serkisof marka şimendiferli saatin gümüş kösteği iliklerden birine geçirilmiştir. Sağ elde has oltutaşı otuzüçlük tespih parmaklar arasında mekik dokumakta, tane şakırtıları sokak başından bile duyulmaktadır. Saçlar briyantinli ve bıyık uçları özenle burulmuştur. Kehribar ağızlık üst, cigara tabakası sol alt yelek cebindedir. Eftalya Hanım’la geçirildiği belli gecenin izi sinmiş hafif şiş gözler, sinekkaydı tıraş... Asıl önemli ayrıntı otuz santim enindeki ispanyol paçalardır. Adım atarken birden genişleyen ve sağa sola savrulan sörf müsveddeleri, yeteri miktar yol tozu savurtmaktadır. Beyaz çoraplar merserizedir. Gece vakti olsa naralanmaya hazır bir ağız susta beklemektedir. Susta bekleyen ikinci şeyse sol arka cepteki sustalı bıçaktır. Sulhi hep bu kılıkta ya bir yerden gelmekte ya da bir yere gitmektedir. Mahallenin okumuş ama bozulmamış çocuğu Mümtazer Beğ’e her rastgeldiğinde selam ardınca sağ elini kalp hizası kaldırıp pat diye vurarak ‘eyvallah koçum’ demektedir.

Hayır, böyle değil döküğün tekiydi.

Daha çok şöyleydi:

Tırtıl bıyık çiçekbozuğu surat çipil göz kayık bakış seyrek saç apış yürüyüş dudak kıyısına iliştirilmiş cigara kokan ağız sararmış diş cızırdayan ses biragöbek çökük göğüs yıkık omuz...

Sulhi içine kapanık ve doğuştan şerefsizdi.

Adı bile Sulhi’ydi, daha n’olsundu (Yani öyle başa böyle tarak, olacak şey değildi). Bu yetmezmiş gibi, tuhaftır ve niyedir bilenmez nâm-ı diğer yerine Namıdeğer Sulhi diye nâm salmıştı (Adını nâm eylemiş türünün tek ve son örneğiydi). Adı böyle olanların şerefsiz olması gerekirmiş cinsinden şerefsizlik ederdi. Etmek için ayrı bir çaba göstermesi gerekmezdi, doğuştan buna yatkındı. Oluş yönüyle şiddete eğilimli kökten edepsiz dipten bacaklı sırıtık bakışlı dötü yere yakınlı, ters uzamış boylu esmer soylu bir hırboydu; tam bir lavuk ham bir denyo ne menem bir dingil olacağı o günden belliydi. Küçük veletleri yüksekçe bir yere çıkarır “Hadi lan bi fırla da kainat fırlama görsün” derdi. Eh haliyle zavallı sabinin yüz surat dümdüz...

Daha beş yaşında var yokken evdeki kedi eniklerinden birini kucağına almış, ilk önce sevip sıvazlamış hiç beklenmedik bir anda boğazını sıkmaya başlamış, kendisi henüz küçük olduğundan sıkma işi uzadıkça uzamış, sonunda hareketsiz kalan pisi yavrusu nalları dikmiş. Sulhi, tam yedi gün ellerinde tırnak çiziği dolaşmış. Ardından kuş yuvalarına dadanmış. Zavallı cikciklerin boynunu koparmakta hiç zorluk çekmiyormuş. Yenlerine burnunu silmek, oyun arkadaşlarının yüzüne tükürmek, üstünü çamurlamak, altını pisletmek, yatağına işemek, hela duvarına bokunu sürmek, kızlara pipisini göstermek... Ama kendince sevimliymiş, uzatılan parayı alana kadar güler sonra dilini çıkarıp böö yaparmış. Eh çocuk işte derlermiş, büyüyünce adam olacak. 

Sulhi’nin belirlenmiş ve bilinen mahalle faaliyetleri şunlardı: 

-Şırınga artıklarını toplayıp daha önce çuvallama yapılmış kedilere iğne vurma. Zavallı pisicikler akşama kalmadan nal dikmeleri oynamak zorunda.

-Kedi eniklerini çuvala doldurup havuz, uygun havuz yoksa çeşme yalağına atma.

-Fare kuyruğuna makara ipliği dolayıp salma, deliğe girince geri çekme.

-Saksağan yavrularıyla top oynama.

-Kuş bicilerinin elle başını koparıp kedilere yedirme.

-Kedi tıraş edip ıslatılan hayvanı kireçle badanalama.

-Solucanlara çubuk sokup içini dışına çıkartma.

-Sapanla kurbik avlama.

-Köpeklere otuzbir çektirme.

-Ekipbaşı olarak toplu köpek ırzına geçme

-Sulhi’nin en ünlü gösterisi ise canlı fareyi sobaya atıp ‘kokuya bakın lên’ demesiydi.

Uslansın diye hocalara götürdüler muska yazdırdılar yedi cami gezdirdiler, olmadı.

Gün geldi Sulhi büyüdü.

Büyüyene kadar kızamık çıkardı kabakulak oldu. Tam büyüdü derken sünnet vakti gelip çattı. Ufacık bebelerin yanında eşek kadar bir Sulhi... Sünnetçi bu da ne lan mostralık deyip bastı usturayı. Dişini sıkıp ağlamadı ve tam bir hafta evden adımını atmadı. Gelen hediyeleri istifledi, gelmeyen hediyeler için ev dolandı, öpmedik el bırakmadı. Yeni gelinlerin elini öper gibi yapıp bir güzel yalıyor, öbür eliyle siliyordu. Lanet şerrine üçe beşe bakmayıp eline para sıkıştırdılar. Hasta ayağına yatıp sağlık ocağındaki hemşirelerin kucağına yığılmalar, meme ellemeler, bacaklara çimdik, apışlara parmak, butlara avuç... Millet küllüm edip usanç getirdi. Yolda gördüğü tazelere n’aber zilli, yol belledin büfeyi nerde büyüttün küfeyi ayvalar da çiçek açmış gel şöyle beş dakka sotaya geçelim hadi iki beşlik bozalım akşama çıksana bak sana ne gösterecêm vs. demelerin ardı kesilmedi. Mahallede eskiden pek dikkat çekmeyen kaybolma ve yer değiştirmeler de artmaya başlamıştı. Kırılan cam geceleri beliren karaltı serhoş naraları çürük göz kırık kol okuldan kaçmalar hocânımları elleme, hocadamlara sövme kızları parmaklama arkadaşları yumruklama...

Her zamanki Sulhi’ydi: Gözlerinde beliren kayıklık yüzde çentik izi yamuk diş tükrük saçan bir ağız düşük omuz kepçe kulak eğik burun dağınık saç paytak adımlar...

Sulhi ailesi için utanç herkes için bitmez bir usançtı.

Elde çekiç herkesi çivi gibi görüyordu.

Birkaç defa içeri düştü, üçer beşer ay yatıp çıktı.

Ağzından çıkanı kulağı duymayan, elinden geleni ardına koymayan, bir şeyi birilerinin burnundan fitil fitil getiren, gözünün üstünde kaşın var diyen, çiğ yediği için karnı ağrıyan, ensede boza pişiren, dilinin altında bakla ıslanmayan, cigarayla birlikte evlat oluşunu da kulak arkası yapan, düşene bir tekme de benden uçan kuşun kanadını kırmak gerek diyen, ümüğüne kadar boka bulaşmış, höt dediysek n’olmuş âlem döt olmuş atasözünü ilke edinmiş bir Sulhi, geleceğin potansiyel mafya babalarından biri olabilirdi ama kapasite yetersizdi, ufuksuzdu, aptaldı, aptallığı hayat tarzı edinmişti, ibadet eder gibi kötülük yapmıyordu, kötülüğü din eylememişti, sıradandı, hatta çizgi altı bir yerlerdeydi.

Sulhi beş kardeşin üçüncüsüydü. Babası iyi bir adamdı, anası dersen cennetlik, kardeşler kezâ hayırlı evlat. Gelgelelim Sulhi sütübozuk cinsindendi. Karı koca yıllarca düşündü ama kendilerinde hayırsızlıkla ilgili bir açık nokta bulamadılar. Zavallı baba ‘Allah’tan imtihandır, sabredeceğiz’ deyip evdeşine teselli veriyordu. Yine de Sulhi’nin tek itaat makamı babasıydı. 

İstemeye istemeye askere gitti. Her hafta harçlık istedi, yedi kere kaçtı, iki subay beş assubay on dört er ve erbaş dövdü. Kendisi içhizmet’e uygun sistematik işkenceden özel nasibini ayrıca aldı. Kahraman orduya kabul sınırlarını zorlayan saygılar sundu. Hasbi Tembeler adında aslen Kandıralı olup halen Hacıhüsrev’de ikamet eden genç ve girişimci bir işadamıyla tanıştı. Tezkereden sonra İstanbul’un anasını ağlatmaya sözleştiler. Ama bu iş yürümedi. Hasbi, tezkere öncesi son kaçış keyfi sürdüğü bir pavyonda kimvurduya gitti. 

Baba allem etti kullem etti altından girdi üstünden çıktı boyun büktü el öptü araya siyasileri falan koydu, olmazı oldurdu, Sulhi’yi belediyede işe soktu. Fakat Sulhi masabaşı adamı değildi (Hiçbir şeyin adamı değildi, dünyada adamlık diye bir kavramın varlığından bile habersizdi). Rahat durmayacağı zaten belliydi fakat Reis Bey’i döveceğini yine de tahmin edememişlerdi.

Sayısını unuttuğu işe girip çıktı. Makine bozdu tezgah kırdı, sonunda berberliği sevdiği anlaşıldı öğlene kadar uyuduğu için işe hep geç gitti erken döndü. Ama eli kırıktı sinekkaydı tıraş eder, adamı koltukta uyuturdu. Bu sayede eli para da gördü. Ama dünyanın göreceği şeyler henüz bitmediğinden işinde sebat etmesi beklenemezdi. Başta ustası olmak üzere esnaftan haraç istemeye başlamış, kifayetsiz bir muhteris olup çıkmıştı. 

Sulhi’ye mahallede sadece Naciye Karısı sahip çıkıyor ‘Ayy ne hoş çocuk, anlamıyorsunuz, onun ilgiye ihtiyacı var (nerden öğrenmişse) Sulhi kendini ancak bu yolla ifade ediyor, özel tercihi ayol’ diyordu. Naciye emekli kuaför olmanın getirdiği özgüvenle berber kalfası Sulhi’ye sahip çıkıyor değildi, belli bir art niyeti de yoktu. Yaşı elverse Sulhi’ye neler neler verirdi.

Sonunda evlendirelim, belki yola girer dediler, birkaç âkil kişi ise aksini savunup ‘yakmayın elin kızını’ dedi. Naciye bu aşamada Sulhi’nin ehl-i namus bir kızla evlenmesine taş koymadı. Elinin altındakilerden birini tavsiye etmekten ısrarla kaçındı. Çünkü o eski işine profesyonel ağlarla bağlıydı. Sulhi’den iyi bir pezevenk olmayacağını, standartları zorlayacağını raconu bozacağını ve mesleğin içine edeceğini biliyordu.

Sulhi kimseyi şaşırtmadı, tahminleri haksız çıkarmaya uğraşmadı; beklenen şeyler oldu.

İşe karısının bileziklerini satıp yiyerek başladı, çeyizi tüketti. Baba homurtusu duyulunca hız kesti. Bebelerin doğum hediyelerini örgütledi. Ama asla karısını el işine göndermedi, üzerine gül koklamadı, ona bağırdığı bile görülmedi. Kızcağız kocasına bir kere ağlarken yakalandı, Sulhi utancından evden kaçtı halasıgilde kaldı (Denilene bakılırsa, perdeleri kapalı bir odada tam iki hafta geçirmiş). Yine de mayasının hükmünü icra mecburiyeti vardı. Alışkanlıklar, zaaflar ve yenmesi gereken haltlar onu bekliyordu.

*

Ne içki ne sıçkı ne de yediği dışkı, onu bitiren sapkın hayat tarzı da değildi; yaratılıştan gelen eğilim ve güçlü baskı unsurlarına direnememişti.

Geriye gözüyaşlı bir eş ve iki çocuk bırakacağı tahmin ediliyordu.

Öyle de oldu...

Bir gün vurdular, üçüncü vuruluşuydu ve öldü.

                                                                                                       Osman Kibar


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

DURSUN İLE YUSUF

Sarışına yakın açık kumral saçlı, delen bakışlı, orta üzeri boyluydu ve onun için durupdururken olduğu yerde durdu, taş kesilmedi ama sanki çakılıp kaldı. Bir kişi bu özelliklere sahip diye niye dursundu, durmanın da bir yolu yordamı âdabı usul û erkânı biçimi sebebi gereği amacı anlamı olmalı değil miydi...

Vardı elbet ama bugünlük, şimdilik o an yokmuş gibiydi.

Durma işi gerçekleşince ilk elde biricik yoldaşı Dursun’u düşündü. Kendini ‘yedinci son ve tek erkek çocuk’ diye tanıtan Zonguldak delikanlısı... Ora delikanlı yerine kömür falanla ünlüydü fakat Dursun’un kömür mömürle ilgisi yoktu (yine de kömür karası kaşları vardı). Yekten harbi bir yiğitti. Yiğidin harman olma işinin adresi her ne keder Yozgat dense de Dursun bu konuda da aksine ferman yazdırır türden on okka çeker özge bir yürekti. 

Doğuma adaklar adanmış doğar doğmaz al bağlanıp kınalar yakılmış mevlitler okunup hatimler indirilmiş üzerine titrenip zerre toz kondurulmamış bir dediği iki edilmemiş iken -ne yazık- yediği önünde yemediği ardında olamamıştı. Yoksulluk ve yoksunluk adlı yedi püsküllü nesne yüzünden sulu tarhana, bol soğanlı yumurta katığıyla büyüyen bedenin serpilme, bıyığın terleme çağı geldiğinde sık nazarlı, az azarlı olup yeni tomurlu kısrak edalı kanıayaklı nice tazenin iç çektiği göz süzdüğü hedef kimliği edinmişti. Mahallede fısıltılar onu konuşuyor çıkışı hemen duyuluyor geçişi belli oluyor, rastlama tesadüf bekleyiş duruş kokuş acaba, belki de bugün soruları göz ucundan kayıp fistan ucu savurtan yele karışıyor bütün sokak fark edilmek için yarışıyor. Elde kova bakraç yarım oya dantel kasnak iğne iplik (hatta ocakta tencere bekleten kimi fettanlar denmiştir ki, vebali söyleyenedir), düşürülmeye ayarlı karanfil (gül, ellerin nemiyle serhoş), dağınık unutulmuş saç, savrulan perçem, ‘hergün bir yana düşer bu nasıl baş bağlama’ diye sorduran allı yeşilli çemberler... Bunca malzemeye desteklik eden iç çekiş soluyuş anlam dolu öksürüş kalça ahengine göre şekillenen ökçe tıkırtıları... Sıradan görünümlü kaldırım taşları da masum değil, bu oyunda üzerine düşeni düşünmeden yerine getiriyor. Düzgün değil de eğri büğrü durup zavallı vücutların yürürken aldığı şekillere suç ortaklığı yapıyor. Dursun aşkına hepsi taşlıklarını -taş kalpli sananlara inat- daha bir belli ediyor.

Uzaklardan duyup düşenler, keşke gelmeseydik diyenler, görüp gönül üşürenler, boşluk içkisi içip yokluk yemeği yiyenler...

Gün geldi baba göz ağrılarına nazar okutmak muska bağlatmaktan usandı. Bozulan işini bahane edip yedekte köroğlu İstanbul’a göç yolunu tuttu. Kendileri varmadan ünleri ulaştı, Dursun adı dillerde dolaştı. İlk önce -her zaman olduğu gibi- bitkiler kıskandı! Güzel İsmail Efendi’den beri böyle Yusuf görmemiş Dersaadet’te güllerin rengi daha kızıllaştı, soy tükenmesiyle didişen laleler ilkin boy verip Dursun’u görünce boyun büker oldu. Sümbül leylak sardunya menekşeler ise koklanma umup koparılmayı bekler halde solup gitti. Erguvanlar çom çom olup salkım salkım döküldü. En dayanıklısı gül çıktı; nebevi bir iltimasla kızıllığı arttıkça arttı, İstanbul kıpkızıl bir gülşen olayazdı.

Anası muskanın yetmediğini biliyordu, sivilce ve çıbanlardan medet umdu, olmadı. Bıyığın terlemesi bitmiş, ipeksi bir temas sakalla birleşmişti. Kadın ‘Bi sarığı eksik, o da olsa memlekette doğranmadık el kalmayacak mâzallah’ diyordu. Geceleri başucu bekliyor, koca bebesini gül çiçek canım yavrum kuzum sonrası ‘yusufum’ diye seviyordu. Rüya bölücü müşfik temaslardan şımaran çocuk, alışık bir yan dönüşle çölde buzdan sular içtiği kuyu başındaki rüyasına dönüyordu. Kadın ‘Yusuf nebiye kıyan cahiller sana da kıyar, âh kuzum insan içine çıkma kurt kapar’ diyordu. Kendinden artık kadınlık değil oğluna analık bekleyen evdeşinin yanına varmazdan önce alnına kömür karası çalıyordu.

Tazeler körpeler yeniyetmeler yetmemiş gibi duldan eramilden yenigelin tayfasından da âşıklar türemişti. Oğlanı bu azgın suyun önünden almak zordu. Çarşı pazara çıkamaz okula gidemez iki iş edemez olmuştu. Dağınık saç kirli sakal eski giysi yırtık ayakkabı... hiçbiri çare olmadı. Öyle sanki daha çekici fazla ışıldayıcı hal alıyor geceyi yırtan dolunaya dönüyor karşısında yıldızlar sönüyordu.

Anne baba akraba dostlar tanıdık tanımadık... hiç kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyen o şeyin olacağı umulur muydu? Ama oldu. Dursun, kara kuru bir mahalle dilberine tutuldu. Yalanın gerçek, iftiranın hakikat çıkmasıyla yıkılan annenin de nutku tutuldu. Baba gittiği yerden geç döner, oğlan içini yer eriyip gider oldu. Âşıklar, tutkunlar ancak o zaman adının Dursun olduğunu hatırladı; Yusuf olsa Zeliha gibisine bile bakmazdı deniyordu.

Karamık kara kuru kız ise hiç oralı değildi. Devlet kuşu diyenlere ‘Ankâ olsa gözümde yok, gönlümü hüsn-ü mutlaka adamışım, meğer mukayyed ola n’ola’ karşılığı veriyordu!

Hekimler deva doktorlar çare olamadı, dualar kabul olunmadı olacak, etrafa sessizliğin ağırlığı çömdü. İş ilk önce karış ardınca karmakarış çoğa varmadan kördüğüm halini aldı. Olmazlığı anlaşılınca hırçınlık isyan kopuş üzüş bilmezlik kapanışlar yaşandı. Epey sonra tanımsız bir durgunluk baş gösterdi. Ağzı dualı öğüdü makbul bir hoca ziyarete getirildi. Kalkışa yakın yalnız kalınca ‘Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, gönlün kapısı tektir ama inşallah maveradan başka kapılar açılır’ dedi. Çocuk, öteki onca sözü geçip buna sarıldı. Deli akan kanına cam kırığı ve sivri uçlu küçük hançerler karıştı. Damar çeperlerine çarpan keskin şeyler kanında sürüklendi. Acıtan akışlı kan yolculuğu kalbe her varış ardından bitti denirken yeniden başlıyor, genç bünye dayanılmaz darbeler altında sarsılıyor, zavallı güzellik gözlerinin ağlayışına dayanamayıp kendi de hıçkırıyordu.

Bir gün damar kıyısını zorlayan kararlı bir sivrilik -her nedense- bundan vazgeçip daha yukarılara yol tuttu. Çocuğun beyni bu çılgın sıçrayışı beklemeye başladı, işe akıl karıştı fikir bulaştı. Hız kesmeyen yükseliş beyni tırıs geçip akla uğramadan geçip gitti... bilinmedik görülmedik duyulmadık pek çok şey daha oldu. Gönlüne duruluk geldi. Delikanlı verdiği karara bürünüp uyudu ve sabaha karşıyı beklemeye koyuldu.

Mahalle bir çığlığa uyandı.

Anne ‘Gitti oğlum uçtu tutamadık’ diye yaka bağır yırtıyor, baba sakalından süzülen yaş topluyor. İlk önce on, sonra yüzlerce taze vücut, âşık gönül halinde paylaştıkları kader yanına bir de ayrılık ekliyor...

Darmadağın derde düştüm, yâr zülfünde tarak mıyım diyen şair bile sustu.

Asla unutulmadı ama pek fazla bir şey de olmadı. Anarşistlere karışmış falan denmesinden dokuz ay sonra da vuruldu haberi duyuldu. Koparılan çığlık, akıtılan gözyaşı, ak düşen perçem eriyen beden yanında can kıymaya kalkan sayısız taze, bin bir yalan ve olmazı belli türlü vaadle dünyanın zaten fani olduğuna ikna edildi.

*

Kimi kuzular için, anası dursun dese de durmaz önde gider denmiştir.

Dursun’u yolda durdurup vurmuşlardı. 

İşte şu an kendisi de durmamış durdurulmuştu.

Durduran, durdurmakla görevli ve birörnek giysili silahlı memurlardı. Anladı... (kim anlamaz ki). Demek, böyle veya buna benzer gerçekleşiyordu. Çok bekletmediler, kırk gün işkence görüp bir İstanbul alacasında beşinci kat penceresinden atılarak öldürüleceği emniyet müdürlüğüne götürüldü.

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler