Merve Ceylan

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Gözyaşlarını saklayan fiillerle tanıştınız mı hiç?

Beklemek'le mesela? Özlemek, sevmek ya da kalmak'la...

Hiç ağladı mı kelimeler sizinle?

Gitme'ler, dur'lar, susma'lar sustu mu siz sırılsıklam yastıkları yine ıslata ıslata kurutmaya çalışırken?

'Aşk masaldır' demediler mi size, 've masallar mutlu sonla biter'?

Peki, hangi son bıraktı sizi mutlulukla?

'Bu son' deyip kaç kez tekrarladınız aynı hatayı?

Hayatınızda kaç kez aynı kaldınız siz?

En son ne zaman geldiniz kendinize?

Ve ne zaman geçtiniz kendinizden?

Siz hiç, sokakta gördüğünüz dilencilere 'Allah rızası için' küfretmediniz mi?

Vicdanınızın kulaklarını tıkayıp fark etmeden sağırlaşmadınız mı?

Ve sanki siz duyuyormuşsunuz gibi gerçek sağırlara acımadınız mı?

Çocukların yaram'azlıklarını kıskanmadınız mı?

Onlar gibi olmak için kaç kez savaş açtınız o koskocaman bencilliğinize?

Geceleri aşkla yatıp ayrılıkla kalkmadınız mı sabahları?

Siz şehirleri terk ederken düşündünüz mü hiç onları? Sizi terk edenle aynı olmadınız mı o zaman?

Bir insandan gitmenin, bütün şehirleri terk etmek olduğunu öğretmediler mi?

Yanağınızda saklanan kirpiğe uzanan eller umudunuz olmadı mı?

Bakmadınız mı hiç aynada yüzünüze? Yüz yüze gelmediniz mi kendinizle?

Sevmediniz mi? İncitmediniz mi? Kırmadınız mı? Ve kırmadılar mı kalbinizi?

Cayır cayır yakmadılar mı sizi de bu dünyada ve cayır cayır yanmayacak mısınız öbüründe de?

Ne vardı ki elinizde ya da ne kaldı?

Aşk dediğiniz kaç şairi öldürdü, haberiniz var mı?

Bir şey söyleyeyim mi size?

Aşkı tanımlayacak kelimeler yok artık,

Mutluluğu resmedecek ressamlar yok,

Barışı temsil edecek ülkeler yok.

Ölü şairler var sadece,

Ve aşk ölü(m)leri sever genelde...

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Heyecan onun, hüzün onun, mutluluk ve mutsuzluk onun, sevinç, gurur, onur, sadakat... Ne varsa içinizde, hepsi onun...

Kelimeler ondan başlıyor şekillenmeye ve birkaç harfi de alıp yanlarına farklı gözükmeye çalışıyorlar sadece.

Kanmayın, inanmayın siz, sizinle filizlenen zalim düşlere, uymayın ya da boş verin, uyumayın...

'Uyursan, büyürsün!' diyen dillerin ahkâmını kesin ve bağırın sessizce; 'Keşke uyutmasaydınız da hâlâ çocuk kalabilseydim ben de!'

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

İlk önce gözlerinizden başlar kendini belli etmeye, gözleriniz aynası olur, bakar durur kendine...

Ve yaşlarla bezenen gözleriniz, vakti gelince sizden habersiz solar, kaybeder rengini ve herkes, her şey aynı gelmeye başlar.

Akar kalbinize... Akar akmasına da, büyük bir yükmüş gibi çöker boş bulduğu kuytu köşelere...

Adını taht koyduğunuz o boşluk var ya, gelecek olanın kıçını koyacağı kıytırık bir tahtadan başka bir şey değil işte!

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Kanatır, kahreder ve tekrar kanatır, güzel bir yanı yoktur onun, acıyı seven bir mazoşist değilseniz eğer -ki elhamdülillah, hepimiz mazoşistiz.-

Yok eder, fark ettirmez sana ama yok eder seni sinsice.. Ve korkutur, 'bir daha gelmeyeceğim, bekleme beni!' diye.

Yıkar, tek tek inşa ettiğin binaları, dönüşü olsun diye yaptığın yolları, kurduğun şehri yerle bir eder ve en sonunda yere gömer seni,

Kimsesiz kaldığında anlarsın, yitirilenin sadece sende saklanan ruh olduğunu ve son bir kez ağlamak için dua edersin, gök, yüzüne ufak bir tükürükle düşürürken yağmurunu.

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Kimsenin bilmediği bir diyarda, kimsenin görmediği yeşillikte ve kimsenin duymadığı çığlıkların sessiz harflerinde saklanır,

Ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşarak her defasında öldürdüğü bedenlerce aklanır.

Aşk dediğimiz, kulları parmağında oynatan minik bir kukladır ve bu yüzden masumiyetin sahibi olduğu sanılır.

'Aşk sandıklarımız' kilitlidir çoğu zaman ve bu yüzden genelde 'aşk sandıklarımız' ile yetiniriz farkında olmadan...

Bir kişi giriyor hayatınıza, öylece, aniden, size sormuş gibi yaparak ama sormadan, 

Kırılmış, incinmiş olmanıza aldırmadan elindeki bantlarla onarmaya çalışıyor sizi,

Peki diyorsunuz, madem geldin, hoş geldin..

Sonra bir bakıyorsunuz,

Gözleri gözleriniz,

Elleri elleriniz,

Kalbi kalbiniz,

Gecenin karanlığında aydınlığınız,

Sizi kıştan kurtaran sımsıcak güneşiniz olmuş.

İki ayrı bedeni, tek bir yürekle taşımaya başlamışsınız,

Sesinin minicik bir tınısını dünyanın en güzel sesine değişemez hale gelmişsiniz,

Hayalleriniz o, geleceğiniz o, umudunuz o olmuş..

O'nun üzerine inşa etmeye başlamışsınız düşlerinizi.

İhtiyaç için değil de, sırf onun yüzünü görebilmek için uykuya yatmışsınız,

Kokusunun bütün çiçekleri utandırdığını, tadının baldan tatlı olduğunu fark etmişsiniz.

Onunlayken, onu özlemişsiniz.

Yanında olmadığınız anlarda, yanından geçen simitçi onu görebiliyor diye, simitçiyi dahi kıskanmışsınız.

Bunca yıl onu beklemişsiniz,

Başka tenler, başka eller, başka başka kalpler, onu size getiren ufak teferruatlarmış sadece.

*

Size bunlar olurken,

Mutlu olmaktan korkmadığınızı,

Artık yere daha sağlam bastığınızı,

Aldığı nefesin, nefesiniz olduğunu,

'Seni seviyorum'un anlamını daha yeni keşfettiğinizi,

Yaşadığınızı fark etmişseniz sonucunda,

Koskocaman bir çölün ortasında 'ab-ı hayat'ı bulmuşsunuz demektir...

Artık ona, 'madem geldin, hoş geldin' yerine rahatça, 'iyi ki geldin, hoş geldin.' diyebilirsiniz.

Sevgiyle...

 

Hepinizle,
Aynı dünyayı paylaşıp, aynı nefesi alıyoruz -ki beleş olan tek şey de bu-.
Ve aynı sonu bekliyoruz.
Ve buna rağmen belki de çoğunuzda olduğu gibi, 
Benim de hayat dediğimiz şu saçma âlem hakkında hiçbir fikrim yok.
Ne yaşıyoruz ki?
Ne görüyoruz?
'Herkesin acısı kendine' diye diye hangi acıyı büyütüyoruz?
Aşk mı?
Ölüm mü?
Sanki sadece bu ikisi varmış gibi her şey, değil mi?
Değil işte!
Hayat saçma sapan ikili loblardan ibaret değil.
Sağdan soldan,
Türk'ten, Kürt'ten,
Alevi'den Sunni'den,
Kapalıdan açıktan 
Aşktan, ölümden ibaret değil hiçbir şey!
Uyanın! Pembe rüyalar yok!
Gerçek olan tek şey ne biliyor musunuz?
Çocuklar!
Sokaklardaki, köylerdeki, evlerdeki, saraylardaki, kimsesiz çocuklar.
Sırf regl oldu diye satılan çocuklar.
Bir koyun uğruna hayatına herkesin koymasına zorla müsade eden çocuklar.
Sattığı mendile sümüğünü silemeyen, başkasının camında harcadığı suyla kendini temizleyemeyen çocuklar.
Etrafında onlarca insanın olduğu, herkesin 'aman bir şey olmasın' diye her şeyden sakındığı,
Daha soğuk suyla tanışmamış, kimsesiz, yalnız, mutsuz çocuklar.
Şu bilgisiz halimle, bana hayat nedir diye sorsanız, çocuklardan bahsederim size,
Sayfalarca, kitaplarca ve hatta belki ansiklopedilerce.
Bir şeylerin değil de, her şeyin değişeceğini bilsem,
Uzun uzun, hiçbir masraftan ve hiçbir kelimeden kaçınmadan anlatırım size.
Ama biliyorum,
Ben anlattığımla kalırım, siz ise okumadığınızla...

İnancımı kaybettim ben.
Ne insanlara inanıyorum artık ne de kendime.
O kadar sahteyiz ki hepimiz, şu yazıyı okurken bile 'her bir haltı biliyormuşuz gibi davranıyoruz.'
Elimizin altındaki bütün imkânları yok sayıp şanssız sayıyoruz kendimizi.
Öyle benciliz işte.

Eksikliğini çekmediğimiz her şeyin eksikliğini yaşatıyorsak kendimize,
Herkes yanımızdayken inadına yalnızım diyorsak,
Hala boğazımızdan türlü türlü yemekler geçebiliyorsa çok rahat
Ve buna rağmen şikâyetçiysek her şeyden,
Ben de, sen de, şu yazıyı okuyan herkes de bencilin ta kendisi.

Dedim ya, inancımı kaybettim ben.
'Ben böyle değilim, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun?!' safsatalarına inanmıyorum.
'Kendine gel, düzgün konuş!' diyenlerin ömürleri boyunca kendilerine gelip düzgün konuşabileceklerine inanmıyorum.
Sizin 'Doğrusu budur!' dediklerinize inanmıyorum.
Ne kadar umrunuzdadır bilemem ama,
Size inanmıyorum.

Ben 19 yaşındayım ve hayata dair bir bok bildiğim yok.
Hiçbir şey yaşamadım.
Ki hayat da bana dair hiçbir boku bilmiyor zaten,
O da beni yaşamadı.

Kalemimden çıkan bokların kusuruna bakmayın,
Arada kalemin de rahatlaması gerekiyor.

Sadece kendinize değil, herkese ve özellikle çocuklara iyi bakın.

Sana yazılmış bir mektup bu Hira, sona yazılmış. 
Kelimelerinden asılmış, harflerinin mürekkebi akıtılmış bir mektup.
İçinde sönen umutlar ve yitirilen duygular var.
Ona göre oku.

Gözlerini çıkar karşıma Hira, 
Bir çift yeşilin, bütün doğaya nasıl meydan okuduğunu göster dünyaya.
Yalanlar söyle, gerçekleri inkar et, sımsıkı sar yanlışları. 
Doğruları sırtından vur.
Çıkar el hapsinden günahları,
Herkesi kullan.
Gözlerini çıkar karşıma Hira.
Bir cellad nasıl sevgi dolu bakarmış anlat onlara.
Ölmeden önce son isteğimi sor bana,
Ölmeden önce son kez değdir dudaklarını dudaklarıma.

Ellerimden tut Hira.
Bir elin sadece elvedaya gitmediğini kanıtla ayrılıklara.
Buralar soğuk, 
Bilirim, oralar ıssız.
Korkarsın yabani hayvanlardan ve otlardan.
Ellerimden tut, korkma.
Ölümleri dizdim omuzlarıma,
Melekleri de yolladım,
Yapayalnızım.
Eğer gelirsen Hira,
Ellerini unutma.
Eğer gelirsen,
Yalnızlığım yapacağım seni, söz sana.

Alfabemi katlet Hira.
Harfleri sil kalemimin ucundan,
'Bir erkek nasıl ağlar?' sorusuna cevap olmaktan sıkıldım.
'Bir erkek nasıl ölür?' sorusuna adını yazmaktan sıkıldım.
Hayattan,
Kendimden sıkıldım.
Ölmek istiyorum,
Ama ölmeyi istemekten ve onun bana gelmemesinden sıkıldım.
Adımdan utanıyorum Hira,
Adım adının yanında değil diye,
Adımdan nefret ediyorum.

Artık,
Cehennem ellerimde Hira,
Cennet ayaklarının altında.
Bu mektup ellerimde kül olmadan,
Sen ser ayaklarının altına.

ben somalili çocuk

hayallerimin olmadığı bir ülkede,

babamı tanımadan öleceğim günü bekleyerek yaşıyorum.

daha doğrusu, yaşatmaya çalışıyorlar beni,

kirli suya batırılmış, birkaç kum tanesiyle.

bizim burada, kum taneleri bile sayılarak verilir,

biri diğerinden daha çok doymasın diye.

 

ben somalili çocuk,

ölümden öte köy yok diyenlerin,

es geçtiği o köyden sesleniyorum size.

gerçi kimse duymuyor beni ama olsun,

biliyorum, tanımadığım çok insan anıyor adımı.

kimi 'hüzün' diyordur, kimi 'lanet', 

kimi 'gam', kimi 'hasret',

kimi 'yanlış' diyordur, kimi 'kurak'

kimi 'son', kimi 'ölüm'...

bu kadar kişiliği barındırırken ben içimde,

şu yaşamayı dahi bilmediğim hayat,

sahi, kaç bölüm?

 

ben somalili çocuk,

ağlamak nedir sizin oralarda?

biz burada pek ağlamayız da..

vaktimiz yok çünkü.

ölüm kalım mücadelesi veriyoruz her kıtada.

ölüm; mutlu son,

kalım; biraz daha susamak ve aç kalmaktır yalnızca.

 

ben somalili çocuk,

ellerimde korku, gözlerimde cesaret besliyorum.

ve üstümden uçup giden kuşlar gibi,

bir gün, ansızın, hiç beklenmedik bir hareketle,

özgürce uçmak ve bulutları yakmak istiyorum.

mümkün mü bu?

yani ben bulutu yakarsam,

kan mı ağlar gök yüzü?

ve bu yaptığıma hayal mi diyorlar şimdi?

saçma!

benim hayallerimi, sizin bencilliğiniz kirletti.

 

ben somalili çocuk,

hani şu, annesinin kucağında,

son nefesini anne diyebilmek için saklayan.

iyi bir şey bu.

hiçbir şey söyleyemeden gidenler var aramızda,

nereye gittiklerini bilmiyorum.

ama hepsinin yüzlerinde gördüğüm,

kocaman bir tebessüm.

sanırım rabbim, cennetine bizi yerleştirmek için

izin vermedi günah işlememize.

şükürler olsun.

 

ben somalili bir çocuk,

bir anne, bir baba, bir kadın, bir erkek,

herhangi bir şey...

utanmasam ağlardım, insanlar çok acımasız.

utanmasam ağlardım Allah'ım, sen boşa yorma bulutlarını.

utanmasam, yaşardım deli gibi, ama üzgünüm, inkar edemem aslımı.

aslında biliyor musun, hiç utanmıyorum Allah'ım,

hadi, inceldiğim yerden kopar beni.

 

ben somalili çocuk.

 

bana iyi bakın.

ben kendime bakamıyorum.

Online dergiler Online dergiler