Çap

Süleyman Kahraman tarafından yazıldı. Aktif .

 

Dikkat çekmek istediğim bazı noktaları paylaşmak istiyorum bu yazımda. Birbiriyle alakasız görünen ancak birbiriyle perçinlenen bu durumlar, arasındaki “ilintinin” çözünmesi kişilere has olan vaziyetlerdir. Bu bağlantı kişinin nazarını teşkil eden olayların, vicdanın sesiyle birleşmesi ve aklın kullanım kılavuzunu uygun kullanmasıyla kurulabilir ancak. Bahsetmek istediğim bazı alakasız konular şöyle…

***

Alacakaranlıkta, Bizans temellerini çökerten heybetli kubbeler etrafındaki minarelerin zarif siluetleriyle nakışlı bir ufuk perdesi. Bugün de hendesesi hala kazınamamış, yalnız piç mimari çizgileriyle etrafı kuşatılmış, malum perde… Şimdi, devleri kelepçeleyen bir sürü cüce şeklindeki piç mimari,  o zaman, katırla sıpa farkı gibi, çok daha çirkin olmak şartıyla yeni yeni doğmakta…                                              

Bu satırlar Sultan-0ş Şuaranın fikir çilesinden çıkmış, engin anlayış ve kavrayışın kaleme dökülmüş halleri… Burada bahsi geçen piç mimarinin piçliğine, bugünün Türkiye’sinde örnek teşkil etmeyecek yer yok!  Örnek vermeye çok lüzum yok. İstanbul’a bakış atıp da beton yığınlarının fotoğrafına bakmak bir ispattır. Eskiden ova şimdi betonarme Bursa Ovası da keza… Üç muhteşemiyle İstanbul’dan önce, Bursa’dan sonraki başkentin viraneleriyle tebessüme zorlanan çehresi…

Geçmişe neşter vurularak ondan koparılacağını sanısına kapılanlar tarafından bir kenara itilmişlik noktasından belge niteliği taşıyan viranelerdir, sahip çıkılmamış her bir yapıt. Yıkılmış olanları eskiden haber verir size,” ondan eskiye “ karşı olan saygıyı. Hala ayakta kalabilenler de “daha eski” olanı tanıtır bize. Toplumda her ikisinin olması da, bir kimlik bocalamasın ürünü olmak dışında başka bir şey değildir.

Eskimişi yenilemek, onu yok saymayı gerektirmez. Eskiye çamur atıp, burun kıvırmayı da… Olması gereken, eskiden gelenin üstüne bir taş daha koyarak “yeniyi” yapmak.

Selçuk-Osmanlı arası değişim incelenebilir bu konuda.  Mesela Bursa’da ki Osmanlı eserlerinde Selçuklu mimarisi görürken, İstanbul’daki eserlerde Osmanlı’nın yarattığı farkı görebilirsin. “Farkı” üstünlük açısında söylemiyorum, beğeni kişisel tercihtir ancak; o eserlere bakınca Osmanlı gelir aklıma. Bugün ise çağdaş Türkiye’ye ait oluşumlar yoktur demiyorum ama nerdedir merak ediyorum. Bununla birlikte ortada olanlar belli;  kopan bağlar ve üstüne eklenen sıpa-eşek benzetmelerinden mütevellid, öksüz kalmak deyimiyle açıklanan piçlik, ve doğal sonuç: göz kirliliği…

***

“Gözüm arkada kaldı.” Sözündeki acı ümitsizlik edasını aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz. Bu sözlerde Sultana ait.

Üstad olsa da sorsak “hangi gençlik?”

Önce iğne kendimize batıralım. Sadece ileride daha iyi para kazanıp, rahat ve konforu tek hedef olup okuyan gençlik mi? Ondan daha da kötüsü, okumak bile amacı olamayan, okumak fiili altında yediği haltlara hat çekmek gafletliğinde bulunan gençlik mi? Erkeği iki dakikalığına delikanlı olamayıp, cinsiyetin kalktığı, modern yavşaklıktaki gençlik mi? Kızı herkese göz kırparım ancak sadece istediğimin başına musallat olup, istediğimin başını yakarım diyen ve tek amacı bu olan gençlik mi?  

Bunları söylerken her genç böyledir demiyorum. Ümit edilecek çok vakıa var ayrıca. Ancak bunları söyletenlerin varlığının çıplak gerçekliği bütün bunları yazdıran.

Şimdi de çuvaldıza gelelim. Önüme ilk olarak 4 sonra 5 şıklı engeller ortaya koyup test mantığı ve sınav psikolojisi üstüne mastır yaptıran devlet mi devlet? Bunları geçince ahırdan farksız yerlere doldurup “okuyun lan işte” diyen,  bizi binalara doldurup “ (bilim) adam olun lan” diye üstüne gelenler…  Güç bela kendi çabanla uğraşıp bir şeyler yapmaya çalışırken, bürokrasi engelli 5 km koşusunu koyanlar…  vs vs… üç noktaları siz doldurup, “vesaireye” eklemeler yapılabilir. Temel mantığı vermiş olduğum ümit ediyorum.

***

Üstadtan alıntı yapmadan söyleyeceğim son başlıkta, yeni katır eski sıpa küfürbaz vatan sevdalıları.  Vatan tapusunun üstünde olduğu varsayımıyla ortaya atlayan bazı ileri seviye gerizekalılar türedi. Aslında bunlar  hep vardı. Ancak makam olarak tepe, akıl zaviyesinde, çamur attıkları o çobanın yetiştirdiklerinden çıkan tezekler seviyesinde... Bunların tüm çığırtkanlıklarının sebebi de bu zaten. Yani kendilerinin ne olduklarının ortaya çıkmaya başlaması. İşte bu korkudandır ki yaşa başa yakışmayan hareketlerle, bugüne kadar hizmet ettiğini sandığı insanları hakir görme eblehliğine düşmektedirler.

Travma devam ediyor. Türkiye’nin "el bebek gül bebek, aydın bebek" diye pışpışlanarak büyütülmüş; hep en akıllı, en aydın, en çağdaş olduğuna inandırılmış kesiminin hayal kırıklıklarının sonu gelmiyor. Tamam ama…"Lanet olsun, ben gidiyorum" havalarına girip kaçmanın… Bir tepeye çıkıp halka "hepiniz aptalsınız" diye bağırmak istemenin… Onları bu travmaya hazır olmaları için daha önceden uyaranlara "satılmışlar" diye hakaret etmenin… Faydası yok!    

Bahsetmek istediğim fark edilişin farkında olan Haşmet Babaoğlu’nun bu konuyla paralel yazısından aldım bu paragrafı.

***

Bu yazıdaki üslubumu bilerek böyle haşin seçmek istedim. Bunun sebebi de, birilerine hakaret eden insanlar bilsin ki, karşı tarafında dilinin kemiği yok. Yani karşı tarafta küfretmeyi biliyor. Anlayışı engin, gönlü gönülsüz olanlar tarafından zaten muhatap alınmazlar, ancak bunu su-i istimal edip, milletin ar namusuna hakaret etmeye kimsenin çapı yetmez.  Çapsız olmayın!

Saygılarımla…

Yazar Hakkında

Süleyman Kahraman

Süleyman Kahraman

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

Online dergiler Online dergiler