Timur'un Zulmü

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

TİMUR’UN ZULMÜ

Ankara’da münteşir yarı-resmî bir gastenin ön yüzünde akşam üzeriye yakın şöyle bir haber belirdiği görüldü: Riyaset-i Cumhur Senfoni Mızıkası halkımızı tenvîr içün taşra turnesine çıkacak. 

Sivas’ta

Şehir, tamıtamına tam kır bir gündür kanım kanım kaynıyordu. Kırk bir kerre maşşallahtı yâni... “Bir bulut kaynar Sivas elinden” türküsü bile, ayyûka çıkmıştı. Müthîş, fevkâ’l-  âde ve hummâlı bir şeyler oluyordu veya olacak olan öyle bir şeye hazırlık vardı. Kasa kasa ‘clupracıa’lar, teneke teneke ‘gömme racıa’lar depolanmış, türlü türlü mezeler istiflenmişti. Her şey bitmiş gibi, kuşsütü eksikliği gözardı edilircesine ‘havyâr’ tedârikine bile düşülmüştü.

Şehir, tam-tekmîl, ilaveten, kazâ ve yakın köyler dâhil, kırk bir gün sonrasında Temsil’de olacak şekilde âyarlanmış, organize edilmiş, motivelenmişti. Herkes, olacak olan şeyin farkındaydı; bu, mutlaka mühîm ve önemli bir şeydi... Yoksa, bu işe ne vâli, ne memurlar, ne ‘pılis’, ne de ‘candırma’ ve dahî bucak müdürleri böyle asılmazlardı.

Nutuklar îrâd ediliyor, beyan-nâmeler neşrediliyor, âmir-memur ictimâları, sabahları buluyordu. Herkes vazîfesine müdrîk olaraktan, hummâlı bir gayret, hattâ ve nerdeyse seferberlik hâlindeydi. Âmir-memur karıları bile, mûtâdın aksine, sevgili eş ve evdeşlerine daha bir anlayışlı olmuşlardı. Kırk bir gün içerisinde yapılacak plânlı-plânsız bütün balolar, çilingir’ler iptâl edilmişti. Kırk bir gün çabuk geçerdi ve hattâ çabuk geçen bu günlerin sonunda olacak olan fevkâlâde hâdise, bir sene idâre olunacak bir balo müessiriyyeti icrâ edecek derecede mühîm addolunabilirdi ve dahî öyleydi.

Dekolteler, tuvaletler, süsler, takılar, kordonlar, donlar, fırfırlar, korseler, losyonlar, ojeler, telli cigaralar, tabakalar, ağızlıklar, köstekli saâtler... neler neler... Hepsi tedârik edilmişti bile. Hattâ, vali beyfendi’nin muhterem refîkalarının tâ İstanbullardan terzi ve berber getirttiği lafları dolaşıyordu. Hattâ ve hattâ, ricâlden üç âdet zâtın, yeni evli bir kâtip namzedinin beyaz tenli, üç aylık yeni gelin ve pek güzel, pek şûh, dâvetkâr bakışlı hanımıyla dans için, düellosuna münâkaşa ettikleri iddiâsı, gizlenmez bir şayiâ hâlini almıştı.

Hanlar, otel edildiler. Çevirmelikler, pilavlıklar, külbastılıklar, haşlamalıklar, kuşbaşılar, kızartmalar... vesâireler, cömertliğiyle temâyüz etmiş(!) köylerden ve köylülerden, o fedâkâr yurttaşlardan hayrına -ve/fakat candarma mâ’rifetiyle- devşirilmiş, kesilmeye hazır ve yenilmeyi bekler duruma getirilmişti.

Komşu vilâyetler hasetlerinden çatlayabilirlerdi! Telgıraf-hâne günübütün meşgûldü; hezerân(binlerce) te-le-gıraflar keşîde edildi(çekildi); hürmetler ve muhabbetler teâti olundu. Muhâberât memurları yorgunluktan bî-tâb ve bitkin düştüler. Hemen akabinde ise, ‘acabâ kendi vilâyetlerine de vâki dâvetin mümkün olup olamayacağı, varsa, dîger denenmesi gereken usullerin neler olabi-leceği’ yollu ricâların ardı arkası kesilmiyordu. Hepsine, usûlüne uygun ‘hayır’ cevapları, muzafferâne bir edâ ve uslûpla verildi. Bî-lâ-mecbûr teskîn oldular; bir ikisine tesellî kabîlinden, konsere dâvetli olma şerefi bahşe-dilmişti.

Halk ve ahâli önemli bir gelişme veya olay bekliyor ama, adını koyamıyordu. Adam asılmasına alışmışlardı; fakat bu hengâme, biraz daha farklıydı; daha önemli bir şey olacak gibiydi. Nihâyet, ağzı torba olmayan bir iki kâtipten duyulanlar, kahvelerde “Asrîyet geliyômuş” şeklinde söz kalıbına döküldü. Tedbirsiz, câhil, boşboğaz bir iki mürtecî, hemen boynuna davulu astı: “Çalgıcılar geliyômuuş... düdükçüler geliyômuuş... lan, bildiğin zurna-cıymışlar...” deyin, laflayınca, provakatör addolunup haklarında lâzımgelen muamelât derhâl tatbîk olunuverdi.

*

Beklenen gün, nihâyet geldi.

Dîger günler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce horozlar ötmüş, sonra güneş doğmuştu. Güneşin ilk ışıkları her yeri; -özelliklegar’ı- pek tezyîn edilmiş, pek süslenmiş bir Sivas’ı ortaya serivermişti.

Beklenen tiren, nihâyet geldi.

Dîger tirenler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce düdüğü ötmüş, sonra kendi görünmüştü. Tiren-dekiler, Sivas’ı, kendileri için, hazır buldular. Ve bir Anadolu şehri için düşünüldüğünde, karşılama, seremoni ve protokol de -lütfen- tatminkâr addolundu.

*

Konser üç gün tehîr edildi! Adamlar, herifler, şefler, kemanlar, viyolanseller ve dîgerlerinin dinlenmeye, kezâ istirahâte ihtiyâçları vardı. Mıntıkaya intibâk sarûreti hâsıl olmuştu.

                               Dağ gibi et yığıldı

Göl gibi rakı dağıldı

                               Kızlarla yatanlara kızıl keçe

                               Karılarla yatanlara kara keçe, serildi.

                               Attan beygir, deveden eşşek kırıldı

                               Yiyemeyenler birbirine darıldı

Nice cigaralar sarıldı

                               Eller elledi, beller yelledi

                               Zevk feryâdları göğe yükseldi

                               Her şey fevkâlâde güzeldi

                               Az zamanda çok hedeflere varıldı

                               Sanki, yer delindi de gök yarıldı

                               Hânım heeyy!

 

Salon konserinden vazgeçildi!

Binlercesi çarıklı san’ât ve asrîyyet âşığı yurttaşı orada zapt u rapt etmek mümkün görülmüyordu.

Alenî bir meydân konseri... Niye olmasındı!? Ve meccâne(bedâva)... Efendiler râzı oldu; bâğzı bây ve bâ-yanlar ‘eh’ dediler. 

ve... Konser’de

Potinli, iskârpinli ama, binlercesi çarıklı ve çarıksız ayak meydânı doldurdu. Pür-dikkât ve sükûnet... âcip bir sessizlik...

Mûtâd takdîm ve akord egzersizleri tatbîk olundu. Bir sürü siyâh elbiseli, bıyıksız veya tırtıl ya da dama bıyıklı; saçları geriye yatık; pancar benizli, çoğu tombul adam, ellerinde, kucaklarında, sırtlarında parlayan sarı, beyâz türlü âletle ahâliye cephe aldı. Yüksek bir kâide üzerinde oturuyor ve hiç konuşmuyorlardı. En sonunda, nihâyet, arkasındaki yarık sırtına değin uzamış, zayıf, uzun bir âdemoğlu çıkıp bu insan yığınına karşı iki büklüm eğilip ânîden arkasını dönmüş ve elinde bitiveren bir ucu sivricenek değnekle, bâzı garip hareketlere başlamıştı. Şaşırıp kalabalıktan da eğilip bükülmek isteyenlere ‘hööt lan!’ yollu, nâzikçe îkâzlar yapıldı. Eli çubuklu, palto-sunun etekleri sivri ve uzun boylu adamın, bir iki çırpın-masından sonradır ki, ilk ‘gürültü’ duyuldu. Sonrasında dîger gürültüler... Sesler, feryâdlar, inlemeler, ıkınmalar, tazyîkler; teneke, zil sesi; gıcırtı, bağırtı, anırtı... Bir vâveylâ koptu kim... Sonra, bu hengâme Sivas semâlarını bürüdü bürüdü...

Yırtık etekli adam, zaman zaman halka dönüyor, belden yukarısıyla eğiliyor, sağ eliyle yarım dâireler çiziyor, hemen yine sırtını çeviriyor... Geciken alkışları, müstehzî(alaysı) ve/fakat aflı nazarlarla kabûl ediyor... Bir heyûlâ, bir hengâme, canhırâş gayretler... İllâ-velâkin o gürültü... demir, boru, teneke sesleri...

Duyma özürlü, işitme engelli bâzı yurttaşların bile, bu gürültüye bî-gâne(ilgisiz) kalmadıkları müşâhede edile-biliyordu.

Eteği uzun yırtmaçlı herif, tam üç saâtin sonunda teskîn olunabildi. Ve son kerre san’ât-perver yurttaşlara dönüp ve yine sonreveransını yaptı. Korku ve şaşkın-lıktan afallamış kişioğulları, ancak o zaman ‘gürültü’nün dinmeye yüztuttuğunu sanabildiler.

                -Yurttaşlaa-AA-aarrr..!

                -???

                Ahâli, küşâd merâsiminden çok -bir daha- irkildi.

                -HHeeeyyy... Anadolu halkı!

                -???

                (Muhâtaplar, kime hitâp edildiğini anlamak için, sessiz bakışlarla etrâfı süzüyor).

                -... muhterem Hemşehrîlerim! Sayyın bâylar ve saygıdeğğer bâyan hanımlar! Bu san’ât ziyâfeti, bu müm-tâz konseerr... maâ’l-esef burada, şu saâtte hitâm bulmuş-tuurr... öh-hömsj... efem, Ankaralardan tâa buralara gelme tenezzülünde bulunuup... eeh... sânîyen, huzurlarınızdaa... nezîh hazîrûn... şimdii... bendeniizz... yaşşasıınn... binâen-aleyh... hatt-ı zâtındaa... hâl-i hazırdaa... öh-hömsz... sâye-i âlîlerii... zât-ı şâhânee... ebedî şeffimmiizz... niyâzî-mmiizz... gâzîmiizz... garb medenîyyetiylee... senfoniaa... konçertoo... orkestraa... baloo... tâ’zîmlee eğiliirriizz... hıcjkz! arzzss... edeerriimmsszzşşşhhııjjzzkccggğaarkjz...

                -...

                -!!!

Yüksek kâide üzerinde duranlar, pek çok hediyeyi, parlak kâğıtlara sarılmış çiçekleri ve kendilerine uzanan boyalı yanakları kırmayıp kabûl buyuruyorlardı. Mufassal tebrîk seansları yaşandı. Nice nice ‘bâyan-hanım’ öz bedenlerini takdîme varan sitâyişlerle(övgülerle), bu asrî müzik üstâdlarını kutlululayıp helecandan tir tir titreştiler. Tez güne yeniden beraber olmak temennî ve ricâları tecdîd ediliyor(yenileniyor), bir lütutkâr jest için ne diller dökü-lüyordu.

Kapanış konuşması ve lâzımgelen hitâm ve seremoni biraz uzun sürdü. Ama ya o alkışlar... Alkışlar, kesâfet kazanmış olarak hiç durmuyor, hatibi rahatsız edecek reddede âzamîleşiyordu. Nice gözler yaşardı ve nice yürekler medenîyyet aşkıyla çarptı da çarptı...

İşte, medenîyyet buydu...

İşte, asrîyyet buydu...

İşte, Anadolu buydu...

Bu necîp halkı Garbîyyete intibâkta kaâbiliyetsiz zannedenler, gelip de görsünlerdi. Garp müziği, ekümenik kilisia icrâsı, Şark’a galebe çalıyor ve alkışlar, hiç mi hiç kesilmiyordu; bu gerçek bir terakkîydi. Hayâl sanılanlar ümîd; ümîd zannedilenler hakikâtti; hakikât olanlar ise...

*

Mûsukîşinâs topluluk, dipçik ve copun verdiği müsaâdeyle ve hemen dağılıverdi. Konukları teşyî için, mülkî ve idârî erkânı, dahî ekâbirleri yeterli görmüş olma-lıydılar. Kimse yüksünmedi; âdâb-ı muâşeret cihetinden henüz kâfi terbiye almadıkları belliydi. Her şey yavvaş yavvaştı, bi’t-tabiî... 

*

Matbûât mensupları, harıl harıl halkın içine, ahâlinin üstüne üştüler. Bu mûsukîşinâs ve san’âtperver topluluğun mümeyyîz ve mümtâz intibâlarını almak istiyorlardı. Hepsi de hayretler ve gayretler içerisindeydi.

Fakat, o da ne!

Yurttaş duygularını gizliyor, yabancılarla paylaş-mıyor ve konuşmaktan imtinâ ediyordu. Amman

Tanrım, ne tevâzû, ne haşyet, ne vakâr... ve ne centilmenlik... Bu ve böyle vâ’zıyed ler Garp’ta bile ve hattâ Garp inteli-jansiyasında bile görülmezdi.

En sonunda...

İstanbullu hızlı, işbilir bir muhâbir, altmış küsür yaşlarında çarıklı bir dinleyiciyle râbıta te’sîs edebildi.

Bu, gerçek bir Anadolulu, hakîki bir köylü; bâkir bir mûsukî müptelâsı intibâı veren, alçakgönüllü, mapçûp, iddiâsız bir efendi; soru sorulabilir ve dahî cevap alınabilir bir yurt-taştı. Hızlı muhâbir daha beklemedi ve ona tevcîhen:

-Beyfendi, acabâ konseri nasıl buldunuz?

                -...

                Yurttaş, âlim değil ama â’rifti; zavallı adamcağız, sağını solunu tarassût edip ürkekçe bir göz gezdirdikten sonra, muhâbirin kulağına eğildi ve şöyle fısıldadı:

                -Dinle, Efendi! Sivas Sivas olalı, Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.

 Osman Kibar 



* 1243, Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu Hakanı II. Gıyaseddin Keyhusrev’in ordusu Moğol Beyi Baycu Noyan’a yenildi. Bu yenilginin sonuçları çok acı ve utanç verici olmuştur. Baycu Noyan hudutsuz bir sindirme ve soykırım yapmıştır. Bu katl-i âmların en dehşetlisi Sivas’ta yaşanmıştır. Olanların acı hâtırâsı günümüze kadar taşınmış ve/fakat yanlış olarak “Timur’un zulmü” biçiminde anılmıştır.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler