Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

YALAN

Bir umuttu büyümeye çalışan çiçek

Kaldırımın altında kök salmaya çalışan düşler

Hapsettik onları griye renklerin büyüsünü tek bir renge emanet ettik

Saklandı düşler, umutlar katledildi bize kalan griye boyanmış yapma bir hayattı

Ve bizim büyümüş gelişmiş şehirlerimizde moda olan sözcüktü


Yalan

En sonunda küçük bir kız öğrendi güvenmemeyi

Kuşkularla boğdu masum mutluluklarını

Acıdı kendine acıdı dünyaya

Elinden bir şey gelmedi

Nefretle büyüdü insanlara

Nefret ettiği insanlara dönüştü

Sebebi

Yalan

Kaç kalp kırdı bu düşman

Kaç insanın masum yere ölmesine sebep oldu

Kaç cana mal oldu kaç hayata

Bir kılıç oldu

Öldürdü ışığı beyazın içinde siyah yarıklar açtı

Yalan

Daha ne kadar sürecek bu saltanatın

Daha kaç pembe hayal can verecek ellerinde

Başkalarına sağladığın anlık saltanat

Daha kaç asır seni vazgeçilmez kılacak

Ve insan

yalanı alet etti yaratmak için korkular yalanı kullandı savurmak için gerçekleri

Karanlık asi verdiği özgürlük sahte

Ektiği yalanı biçti siyah tohumlar halinde bıraktı toprağa, toprak kurudu su lanet okudu Hayat vermedi kötülüğe

Kurak bir dünyada var olan insan meyvelerini neden esirgedi yaşam diye düşündü

Oysa o da herkes gibi ömrümde bir kez de olsa bir yalan tohumu atmıştı çevresine

Bir düşün yok olmasına bir kez de olsa sebep olmuştu.

Bir hançerdi oysa yalan kalbimizi avutmak isterken sapladığımız

Fark edemedik kendi acımızı kendi arttırdığımızı

Döküldü sözcükler

Hançere saplanan kelimeler

Siyahı sürdü düşlere

Kapattı perdelerini güneş

Unuttu doğmayı

Bu mateme can veren sevdiklerinden gelen 

Yalan

Ucunu yırttı sevinçlerin

Kısa zaferler vaad etti

İhtişamına kapılan insan sonunda aldandı

 Ve gerçek başladı söylenmeye

Sonunda kaçtığımı sandığım anda yakaladı beni takip etti sessizce en zayıf anımda Rüyalarımda yakaladı beni

Ağız dolusu sözcük savurdum ben de ona

Ben siyah bir kentin beyaz yüzüyüm

Daha karartamadın rüyalarımı uykularımı bölemedin

Düşlerimi sakladım en derinimde 

Aklın eremedi göremedin

Yalan bir kahkaha patladı

 

Eski Türk filmlerinden kalma kötülük tiratları mahiyetinde döşedi kelimeleri

Ben siyaha can veren tohumum 

Sen ne sanıyorsun

Ben unutulur muyum

Ben insanların kaybettikleri yolum

Ve gerçek son darbeyi indirmek için seçti sözcüklerini

Mahvettiğin hayatlar kırdığın hayaller sonun olur merak etme

Sunduğun saltanatın verdiği güç

Benim tek bir cümlemle yıkılır

İşte o zaman sana sığınan insanın vay haline

Aynur Erden

GÖZYAŞI

Terleyen gözler, hıçkırığı barındıracak cesarette değil,

Ruhun ve kalbin damıttığı gözyaşını besteleyen gözler önünde eğil!

Gözyaşı…

Yüzleri arındıran ab-ı hayat…

Sır berzahında hikmet kapısını çalacak tefekkür fidanının beslendiği su kaynağı…

Acziyet perdesinden basiret fışkırtan erdemli davranış!

Ağlamak mertliktir! Ağlamak his insanının özelliğidir. His insanı ise insanlığın şerefli mertebesi…

Ağlayalım… Kuytular gözyaşı bekler. Hüzne acıkan dünyayı mesut edelim ve hıçkıra hıçkıra ağlayalım. Öksüzlere, yetimlere, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun akbabalar tarafından parçalanmasını çekip yılın fotoğrafçısı ödülünü alıp zalimliğin heykeli olan bahtsıza ağlayalım. Kalbini dilsiz kılanlara, gövde gösterisi gibi bizlere sunulan sanat eseri gözlerini âmâlaştıranlara, secdenin öptüğü alınların seccadeyi sulamadan vedasına, imâna susayan gönüllerin haykırışının yankı bulamayışına, müslüman olup da dinini yaşayamayanlara ve asıl hüzne hüzünlenenlere ağlayalım…

Efendimizin ifadelerinin hikmetini düşünüp fark edince bir hüzün damlası da ona bahşedelim ve şimdi ona kulak verelim… Hüzün Peygamberi (sav) de bu konuya değinmiş ve şunları söylemiştir:

“Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmede, Cebrail Aleyhisselam elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”

"Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!"

“Allah korkusuyla gözyaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı bir araya gelmez."

Bu hususta şunu da ilave etmek gerek, Hz. Ömer'in gözyaşlarının iki yanağında iz bıraktırmasını sağlayan, Cüneyd-i Bağdadî gibi Seyyidu't-Taife sayılan önderlere, ağlamayı, Kur'ân okuma ve teheccüd namazı kılmanın yanın­da, vird edindiren de hikmet sahibine, çilingirin bizzat kendisine duyulan aşktı…

Ayrıca Allah’ın müstesna kullarından Bürde el-Abide isimli zat da çok ağlama şerefine erenlerden! O kadar çok ağlardı ki, bu sebeple kendisini ayıplayanlar olurdu. Onlara; “Eğer siz, kıyamet günü, günahkârların ağlamasını görmüş olsaydınız benim ağlayışımı çok bulmazdınız!” derdi.

Bu zatların ufkundan bakabildiğimiz çok çok nadir anlarda hissettik ki hüzün bereket toprağının yağmurudur. O yüzden kâinata kazandıracağımız her bir fikre gözyaşı serpiştirip öyle sunalım…

Hüznü kadeh kadeh içip gözyaşı sarhoşu olalım…

Bulut olalım… Dolunca hemencecik ağlayıverelim; ama çok uzun olmasın yıldırım hıçkırıklar… Güneş nasıl ki bulutun gözyaşını siliyor biz de hakikat güneşimizi hatırlayalım ve gökkuşağı açsın yüzümüzde…

Yüzümüzdeki nur tohumları sulanmak bekler… Samimiyet süzgeci hassastır tohumda, gözyaşı ile teri ayırt eder!

Gözyaşı barajları kuralım, şebekeler döşeyelim gönüllere, kalplerde his kesilince onları sarsacak samimiyet biz olalım…

Hüzün potası ekvator gibi olsun! Ayırt etmeyelim, bütün vakalara ağlayalım… Hâlâ Rabbimiz’ e kavuşamamış olmamıza, şu dünyada imansız fikirler varken onların soru işaretleri zifirindeki fener biz olamadığımız için, Efendilerin Şah’ının sahabesi olamadığımıza, bir gün yüksek bir yere ulaşmak isteyen Efendimiz bir taş bulun dediğinde ayağının altına başını koyup buyur sana bir taş Ey Peygamber diyen Ömer(r.a) biz olamadığımız için, O’ nu korumak için O’na gelen okun önüne kolunu koyan biz olamamamıza,  ruhun dünya gurbetini yudumlarken bedende çektiği ızdıraba ağlayalım...

Ardından da gönülden istenildiğinde esirgemeyip veren en merhametliye yönelip dua edelim:

Ey sırların çilingiri! Göz çukurlarımıza şelaleler nasib eyle.

Mizânda amel defteri elimize verildiğinde elimizden damlayacak bir umman gözyaşı bahşet…

 

Ömer Faruk Koç

 

 

İÜHF: İÇİ BENİ DIŞI SENİ YAKAR

 

İstanbul Hukuk’u tercih ederken tahayyül ettiğim manzara şöyleydi: Birbirleri ile son derece resmi, hatta ağdalı bir dil aracılığıyla anlaşan insanlar... Üstelik bu ağdalı dille son derece 'ciddi' konular konuşan, antik Yunan okulu tasvirlerindeki gibi köşelerde toplanmış sürekli bir şeyler tartışan, ömrünü hukuk biliminin ulviyeti altında hak ve adalet uğruna feda etmiş/etmeye hazır insanların okuduğu/ders verdiği bir okul.

 

Fakat Hüseyin Ülgen’in verdiği açılış dersi (Ekonomi Hukuku) ile hiç de böyle olmadığı/asla olmayacağı suratıma bir tokat gibi çarptı. Onca sene toplumca "kazanmaya motive edildiğim" üniversite bölümü hepsi hepsi bir "yüksek lise"ydi.

 

Ve maalesef bu lise ve sonrasındaki meslek hayatında başarılı ve saygın olmanın "yaygın" ölçütü ekonomik kuvvetti.  Bir de "en iyi şekilde taklit edebilmek"  yahut taklitçilerin en iyisi olabilmek.  Pembe halinden çok uzak olarak hak ve hukuk kimseden üstün değildi. Yalnızca kim daha üstün ise hak hukuk demeden dediğini yapabiliyordu. Aslında bu bir nevi gerçeklikti. Gerçek ile karşılaşmak bende derin bir hayal kırıklığı yarattı:  Üstüne bir de daha ilk seneden o adliye senin bu adliye benim demeden...

 

Asla ve kat'a ilk sene sınıfta kalmamaya çalışın. İlk sene sınıfı mutlaka geçmeye
çabalayın. Geçemezseniz de ders çalışmayı bırakmayın. Fakat çalışırken de teoriye boğulup hayati ve hakkaniyet duygunuzu ihmal etmeyin.

 

İkinci tavsiyem ise okula devam edebilmeniz için çalışmanız gerekmedikçe heveslenip hukuk ofislerinde kendinizi avutmayın. Bana bir seferinde mülakata gittiğim bir büroda şöyle denmişti bir avukat bey tarafından; "İnsan birinci sınıfta illa çalışmak istiyorsa tek çalışma yeri kütüphane olmalıdır, adliyeler değil." Ben bu veciz sözü o zamanlar pek ciddiye almamıştım fakat 5. yılın sonunda 6’ya başlarken görüyorum ki çok haklıymış.

 

Son olarak da, İÜHF fiziken ve zihnen öğrenciyi anlamak, hizmet sağlamak, yetiştirmek ve öncü olmak bakımından yeterli değildir. Bu cümleyi tersten okur isek "kontenjan çok fazladır" yazar. Bu cümleyi biraz çevirip okursak, "Fakülte demek gönüllü olmak demektir, gönüllülük esasına dayanır, ancak talep eden erişebilir" cümlesi anlaşılır. 

Yeni gelen arkadaşlara iuhf isimli kara delikte yönlerini bulmada muvafakiyyetler dilerim.

 

Kerim Kürkçü

DÜNYADAKİ KALINTI

 

Ne zaman ben babama güzel kızlar göstersem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

 

Araba kornaları horozlarla yarışıyor

Dürülü kıvılcımlar parsel parsel ceplerimde

Hayatta bir kaygı var ben onu bulamadım

Arayıp durmak bir sanatsa nedir bu cevapsızlık

Nedir bu sabahları içimde sızlayan karanlık

Buğulu gözlerimde yaşayan anılar ne innesi

Gölgelere sardığım sesler neden boğuk şimdi

 

Ne zaman ben babama güzel türküler dinletsem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

 

Hızlanmak kadar bir duygunun çarpması

Anıları yakınca o dumanda eski seyirler

İşte ben ben burdayım bakın iyi bakın

Bundan sürekli bahsedip duruyorum işte

Herkes eskileri değiştirirken işte

Ben bir köy yolunda bunları düşlüyorum

 

Ne zaman ben babama güzel dostlardan bahsetsem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki kalıntı"

 

Eski bir eşin dostun kokusu elbet eser burnuna

Tıkalı hayalleri onlar açar bir gün belki

Aman efendim ben ne sayıklıyorum sizin yanınızda

Sizler büyük insanlarsınız hor görürsünüz şairleri

Kısmak kadar kızmak yanan bir anıyı daha beter

Daha beter horlamak şairlerin işi büsbütün

Şimdi hayallerden ev yapma zamanı siz kızsanız da

İşte bu yüzden diyorum ben siz yoksunuz hiç

İşte bu yüzden diyorum şarin bir hayaldir evi

Yıkılırsa oralarda elbet bulursunuz tozlu şiirleri

Dar bir sokakta oturan kız onu bunu içerkenki

Onu bunu içerkenki yazdıkları terli işçileri

Hıçkırarak yazdıkları gülerek yazdıkları

Siz bir yerlerde gülerken unutup hatıraları

Tamam dostlar tamam şairlerin görevidir

Şairlerin görevidir geleceği bırakıp geçmişi hatırlamak

Hani beraber içmiştik "kapaklarda" siz hatırlar mısınız

Şimdi kim kaldı ki bilmem o bu şu ama bilmem

Tamam dostlar tamam siz unutun siz unutun

Rakılara dökmek bazı saçları ve bazı anıları

İçmek sabaha kadar mezesi bol anılarla harcayarak

Hani köftesi yoğurdu patlıcanı hani peyniri

Hani yanında buz gibi şalgamı hani rus salatası

Tamam dostlar tamam siz unutun unutun siz

Şairlerin görevidir hatırlayıp durmak

 

Ne zaman ben babama güzel şiirler okusam

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

Umut Göksal

SERENAD-I MATEM

Acıyı santim santim her karesinde yaşamış bedenleri acıtmaz sözcükler. Daha sert bir şey gerek onlar için içlerini oyan çünkü onlar tuzu ilaç diye basarlar yaralarına… Gözyaşları alışılmış yağmurlardır, çorak yüzlerine hayat veren. Susmayı adet haline getiren sadece dilleri değil, kalpleridir. Bir düş dökülür yerlere, tuzla buz olur umutlar. Ellerinden kayıp giden alışılmış bir sıcaklığı gömmektir artık tek görev. Var olmadığı bir bedenle…

Oysa kaç şair anlatmıştır, kaç yazar, kaç filmde, kaç dizide geçmiştir insanın damağında kekremsi bir tat bırakan bu sözcük, ölüm... Her tonunda ayrı bir soğukluk her harfi ayrı bir hüzün. Necip Fazıl demiş ki mesela 'ÖLÜM GÜZEL ŞEY... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?' Nazım Hikmet keza ölümle pazarlık  yaparcasına demiş sevdiğinin acısıyla yaşamamak için 'BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM' iki büyük şair aynı kelimeye yüklemiş ayrı anlam, aynı sözcükte iki birbirine zıt kavramı düşlemişler biri kavuşmak biri ayrı düşmek... Hayatı da güzel yapan bu zıtlıklar değil midir zaten. Bir kelimenin aynı anlama gelebildiği bir toplumda öteki olmaktan korkarak yaşamaktansa aynı kavramlarda farklı düşlerle yaşamak ve sunmak insanlara ne engin bir derya, içinde yüzdükçe silkinip aklanacağımız.

Marifet ki iki anlamı da yükleyip bu vedalara farklı düşlerden ortak bir hüzün çıkartmak ve zamana dönük yüzlerde zamansız iç çekişlerle süslenmek  elvedaları.

Ben ölsem mesela yedi gökte titresin isterim sustuğum her cümle için bir melek ürpersin bir tüy düşsün isterim yeni doğmuş bir çocuğun kalbine. Ben ölseydim mesela sevip sevmediğim her yakınımın kulağına bir şeyler fısıldamak isterdim duyacakları bir yok oluş serüveninden arta kalan nelerse işte.Ben kalbi saf yalnızlığımı bırakıp göçtüğüm de uyusun isterim mahşer gününe kadar beni beklesin eski dostumla kucaklaşacağım o ana saklamak isterim iki üç kelime.son kez orada veda etmek teşekkür etmek ona çünkü o öyle bir dost ki sebepsiz vazgeçişlerle saklamadı hiç benden kendini.

Ama ben ölmedim, daha...

Ölümü tanıdık  gözlerde tattım sadece. O an yaşamın tüm boyalarını döktüğünü fark ettim ve ölüm o cansız bedenin namına acı sürdü birden ki her kim anarsa adını yansın diye dili.

Bir vedada andım adın, hala kavrulmuşluğuylayım. Öyle bir acı ve öyle bir yangın ki hiçbir öğüt su olmuyor, olsa bile çare olmuyor.

Bir kitabın ucu kıvrılmış ayıracında mesela hala, ona döktüğüm ilk gözyaşı. Hafızamı zorlamaya çalışıyorum belki bir anı takılır diye ruhuma  gözyaşlarımla yıkayabilirim onu, ölümün soğuttuğu bedenine hayat olacağını bilsem. Benden ona dair söylenecek tek söz şimdi:ÖYLE BÜYÜKTÜN Kİ GÖZÜMDE BAK BÜYÜDÜM AMA HALA ERİŞEMEDİM SENİN BÜYÜKLÜĞÜNE...

İşte bu da ölümün bende bıraktığı tadıydı, bir veda neler anlattırdı.

Her haykırış bir selam olsun sonsuzluğun bu ilk adımına ve bu da benden Ölüme ve kabre bir beste olsun, bir serenad, sözcüklerle, duygularla bezenen. Kapısındayken bir vedanın ellerime sakladım kaybolmuşluğuyla yarattığım…

 

Aynur Erden

 

AYKIRI AYRILIŞ: HAKİKATE DOĞRU!

Elimde sapan, yirmi birinci yüzyılın sahte, teknolojik, taklitçi kuşlarını vurmaya karar verdim. Gerçekleri nereye sakladıklarını biliyorum. Mankurtlaşmadan önce son çıkış! İnanmasaydım, o lütuf rahmetini görmeseydim, Nietzsche’ye komşu olabilirdim. Artık taşınıyorum bu diyardan... Ama taşları yanıma alamam, olması gereken yerleri heybem değil. Uçmak için var olanlar, durmamalılar!

Hikâyelerini kaybetmiş kelimeleri de buruşturup atmak gerek. Bir de yakınmalar var elbet. Güvensizlikler, insanlar, hayattan dem vurmalar ve tüm bunların en içli yerinde oturmak uzun uzun… Yorulmadan oturmak, göz kapakları ile hareket etmek, ellerin uyuşması, ayakların paslanması… Perdenin gerisini unutup önüne odaklanmak, kurşun gibi işleyen alkışlar, boş bakışları saklamaya yetmeyen gözlükler… Hepsinin canı nereye isterse oraya olsun! Benim yolum hakikate… Adalet-tevhid ve özgürlük…

Taşları serbest bırakmalı. Bir de yeni yaşanmışlıklar için ortalığı temizlemek gerek elbet. Rica ederim daha fazla gelmeyiniz üstüme. Anlamını yitirmiş, tefekkürden bir haber, hızlı tüketim cümleleriniz sizin olsun. Her türlü “insancıl” mirasınızı reddediyorum. Nezaket dolu iğneli fıçılarınızla boğmayın, bir damla bulduğum zemzeme göz dikmeyin. Çamurlu suyunuzu istemem yahut yapay göllerinizi, barajlarınızı… Denizlerden çalarak bulmadım ben onu, denizi doldurarak da dolmadım. Bir çiğ tanesi gibi düştü minik oyuğuma ve kandım suya. Basit, çıkarsız, aniden ama emekle…

Tüm tumturaklı tanımlamalarınızın, birinci sınıf kâğıda yazılmış allı pullu kitaplarınız haricinde buldum hakikati. Hakikat ki; tek ve sade... Aynı zamanda bir matruşka… Tek ve çok, ama yine de sade, anlaşılır ve güzel.

Sezai KARAKOÇ;”İnkâr tutsaklık, inanç özgürlüktür!” diyor. Prangaları atıyorum. Anahtarlar o derin –izm ve –ist’lerin arasında yine de parlıyor. Özgürlüğü buldum. Tek bir şey; yumruğumu sıkıp bağırmama gerek yok. Tüm bedenim ve ruhum tek yumruk olmuş, şahit olma yolunda, hissediyorum.

Hakikat mi dediniz? Hepimize geldi aslında. Nenelerimizden kalan o sararmış ve mis gibi kokan, lakin duvara çivileyip, ruhumuza mıhlamaktan kaçındığımız sadelik... Ben buradan gidiyorum. Kötüden iyi nasıl olur bilemiyorum. Bir çiçekle baharı getirebilirim belki ama biraz daha büyümem gerek. Hira’dan çıkışın sonrası üşüyen ve örtülmek isteyen peygamber gibiyim adeta. Tekrar çıkmalıyım Arayış’a… Bu sefer bulmak için değil, bulunanın hakkını verebilmenin acı ve isteğini hissetmeli tüm hücrelerim.”Normal”leşmeden, normalleştirilmeden baş kaldırmak, ayrılmak gerek. Ama döneceğim, biliyorum. Zira bir kere yürekten damıtılarak geçen hakikat, başka gönüllere su olmak için sabırsızlanacaktır. Mankurtlar mı dediniz? Onlar kırk yıl çölde dolaşmaya mahkûmlar. Ve işte hakikat;

“De ki: Benim tüm istek ve arzum, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun!” (En’am Suresi 162)

Allahu Ekber!

Dilara Durmaz

Online dergiler Online dergiler