Bana Müfredatı Öğreten Devletin Kırk Yıl Kölesi Olurum

Said Doğrul tarafından yazıldı. Aktif .

 

Yorucu ve boğucu bir günden sonra eve döndüğünüzü ve televizyonu açıp kanepeye uzandığınızı düşünün.

Henüz başlamış filmi izlemeye koyuluyorsunuz; oldukça sürükleyici geliyor, kendinizi iyice kaptırıyorsunuz.

Sonra yavaşça ses silikleşip, görüntü seçilemez hale geliyor. Ekran karıncalanarak renklerini yitirirken, birkaç dakika içinde hiçbir şey duyamıyorsunuz.

Siz ne olduğunu anlamaya çabalarken, etrafa loş bir kasvet çöküyor; hayırlı olsun, lambanız artık düşük voltaj çalışıyor.

Mutfaktan gelen tiz makine gürültüsüne karın gurultunuz da eklenince oraya yöneliyorsunuz.

İçeri girer girmez tuhaf bir manzara karşılıyor sizi: Buzdolabı tüm akımı kendine çekip, gerekenden fazla elektrik tüketiyor. Kaşlarınızı çatıp ne olup bittiğine mana veremezken, kapağı açmaya yelteniyorsunuz.

Açılmıyor.

Buzdolabınız harcadığı enerjiyle televizyon seyretmenizi engelleyip, oturduğunuz salonu karanlığa gömmesinin yanı sıra, bir şeyler atıştırmanıza da izin vermiyor.

Vereceğiniz tepki nasıl olurdu?

Temel işlevi, gıdalarınızı soğutarak uzun süre saklamak olan bir aygıtın neyi izleyeceğinize veya nasıl besleneceğinizekarışması sizce doğal mı?

Lüzumunu aşan bir sarfiyatla yaşam alanınızı kısıtlaması size normal geliyor mu?

Mantığa ters bu keyfiyeti görüp, olması gerektiği gibi çalışan yeni bir buzdolabı almaz mıydınız?

Yoksa durumun saçmalığını sorgulamaksızın, buzdolabının otoritesine boyun eğerek onun yüce varlığına itaat mi ederdiniz?

***

Buzdolabına kutsallık atfeden var mı, bilemiyorum; ancak esas fonksiyonu, bireylerinin hak ve özgürlüklerini hukukî bir düzen çerçevesinde muhafaza etmek olan devlet aygıtını mukaddes kabul edip, emir kulu’ olmayı gurur vesilesi sayan çok fazla insan var.

Süper-özne olarak ezberletilen devlet; süt içecek yaşta çocukların, varlığını her sabah armağan etmek üzere and içtiği, narkotik ilaç kullanılmaksızın minik yaşta beyinlere enjekte edilen ‘dokunulmaz’ bir varlıktır.

Okul sıralarında, kıymeti kendinden menkul bu varsayımlar içerisinde ideolojik pompalamaya maruz kalan her Türk gencinin birinci vazifesi, sistemi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Hatta mevcudiyetinin yegâne temeli budur.

Kitlesel dayatmalar karşısında bir piyondan farksızlaşan ve algısı ile perspektifi bu önkabullerle sınırlanan ‘vatandaş’, kurucu gücün kurgusuna aykırı her düşünceye düşman haline gelir.

Böylece, “devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir”.

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde, iç ve dış mihrakların güzel yurdumuz üzerinde tezgâhladığı karanlık planlara pabuç bırakmayan rejim bekçileri, milliyetçi ve militarist ideolojimiz sayesinde kendi değerlerinin üstün olduğu sanrısına kapılıp, ‘hain’ olarak telkin edilmiş “öteki” mefhumuna diş biler.

***

Marjinal bir kesimden bahsettiğimi düşünmeyin; hepimiz milli eğitim formasyonunda preslenip, mezkûr ideolojik değer yargılarını benimsedik.

Kendiliğimizden milliyetçi, devletçi ve Kemalist hale getirildik; güneşin altında askeri hizaya getirilip şiirler okuyarak ‘neşe ile dolduk’, her sabah ayazında rejime sadakat yeminleri ettik, Hayat Bilgisi kitaplarından başlamak üzere Matematik’ten Kimya’ya, Atatürk’ün ders hakkındaki görüşlerini hıfz ettik.

Üretkenliği söndüren, statükoyu yücelten, itaat kültürünü aşılayan, toplumu homojen gösterip çeşitliliği yok sayan, yorum yapma yerine ezberlemeye meylettiren sistemimiz ile ‘bize emanet edilmiş’ dogmaları içselleştirdik.

Milli Eğitim Temel Kanunu uyarınca, eğitimin temel amacı “Atatürk ilke ve inkılâplarına ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı yurttaşlar yetiştirmek…” olarak belirlenmişken, kendimizi farklı kimliklerde tanımlasak dahi farklılıklara tahammülsüzlüğümüz, kimi yaklaşım ve dürtülerimizle deşifre oldu.

Eleştirel düşünce yetisinin kazandırıldığı ve bilgiye ulaşılacak yöntemlerin öğretildiği bir müfredat yerine; herkesi tek bir lidere ve onun milliyetçi ideolojisine bağlı kılmaya çabalayıp, öğrencileri belirli kurgulara inandırmaya çalışan bir zihniyet yüzünden Hrant Dink’i öldürdük, Said Nursi’yi hapislere attık, Nazım Hikmet’i sürgüne gönderdik.

Ne de olsa yaşamak, devletin vatandaşlarına kanun yoluyla tanıdığı bir haktan ibaretti.

***

Ne devlet ne de buzdolabı, dokunulmaz ve tamir edilmesi teklif dahi edilemez kutsal varlıklar değil.

İkisi de neye inanacağımıza, ne giyeceğimize, hangi dilde konuşacağımıza, ne düşüneceğimize karar veremez.

Devletin ya da buzdolabının çıkarları söz konusu ise insan hayatı teferruat değil.

Yapıları farklı olsa da, var oluşları itibariyle hem devlet hem buzdolabı içindekileri korumak için vardır.

Kapağında domates resmi olan 1930 model bir derin dondurucunun özlemiyle tutuşup, ’Her sebze marul doğar!’ sloganına itaat eden gıdalar istemek, alakaya maydanozluktur.

Gelin beraber olsun” denmiyorsa, onlara afiyet olsun; bizim karnımız küflenmiş dayatmalara tok.

Yazar Hakkında

Said Doğrul

Said Doğrul

İlk ve orta öğrenimini, gözünü açtığı şehirde tamamladı. Hukuk okumak üzere Bursa akvaryumundan İstanbul deryasına kulaç attı. Bir müddet tiyatro ile oyalandı, üç-beş kısa filmimsi çekti. İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku yüksek lisans programında temaşager, aynı kurumda Sosyoloji lisans talebesi. Sıfat değil, eylem olarak ‘yazar’lığını, editörlüğünü de yaptığı Fikir Adası e-dergisinin yanı sıra, sair süreli yayınlarda sürdürüyor. Şu an ise uzak ülkelerde, davulun sesinin geldiği yeri bulmaya çalışıyor. İleride cennetlik olmak istiyor.

 

Kafa Kâğıdı:       |  

Online dergiler Online dergiler