İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

İÜHF: İÇİ BENİ DIŞI SENİ YAKAR

 

İstanbul Hukuk’u tercih ederken tahayyül ettiğim manzara şöyleydi: Birbirleri ile son derece resmi, hatta ağdalı bir dil aracılığıyla anlaşan insanlar... Üstelik bu ağdalı dille son derece 'ciddi' konular konuşan, antik Yunan okulu tasvirlerindeki gibi köşelerde toplanmış sürekli bir şeyler tartışan, ömrünü hukuk biliminin ulviyeti altında hak ve adalet uğruna feda etmiş/etmeye hazır insanların okuduğu/ders verdiği bir okul.

 

Fakat Hüseyin Ülgen’in verdiği açılış dersi (Ekonomi Hukuku) ile hiç de böyle olmadığı/asla olmayacağı suratıma bir tokat gibi çarptı. Onca sene toplumca "kazanmaya motive edildiğim" üniversite bölümü hepsi hepsi bir "yüksek lise"ydi.

 

Ve maalesef bu lise ve sonrasındaki meslek hayatında başarılı ve saygın olmanın "yaygın" ölçütü ekonomik kuvvetti.  Bir de "en iyi şekilde taklit edebilmek"  yahut taklitçilerin en iyisi olabilmek.  Pembe halinden çok uzak olarak hak ve hukuk kimseden üstün değildi. Yalnızca kim daha üstün ise hak hukuk demeden dediğini yapabiliyordu. Aslında bu bir nevi gerçeklikti. Gerçek ile karşılaşmak bende derin bir hayal kırıklığı yarattı:  Üstüne bir de daha ilk seneden o adliye senin bu adliye benim demeden...

 

Asla ve kat'a ilk sene sınıfta kalmamaya çalışın. İlk sene sınıfı mutlaka geçmeye
çabalayın. Geçemezseniz de ders çalışmayı bırakmayın. Fakat çalışırken de teoriye boğulup hayati ve hakkaniyet duygunuzu ihmal etmeyin.

 

İkinci tavsiyem ise okula devam edebilmeniz için çalışmanız gerekmedikçe heveslenip hukuk ofislerinde kendinizi avutmayın. Bana bir seferinde mülakata gittiğim bir büroda şöyle denmişti bir avukat bey tarafından; "İnsan birinci sınıfta illa çalışmak istiyorsa tek çalışma yeri kütüphane olmalıdır, adliyeler değil." Ben bu veciz sözü o zamanlar pek ciddiye almamıştım fakat 5. yılın sonunda 6’ya başlarken görüyorum ki çok haklıymış.

 

Son olarak da, İÜHF fiziken ve zihnen öğrenciyi anlamak, hizmet sağlamak, yetiştirmek ve öncü olmak bakımından yeterli değildir. Bu cümleyi tersten okur isek "kontenjan çok fazladır" yazar. Bu cümleyi biraz çevirip okursak, "Fakülte demek gönüllü olmak demektir, gönüllülük esasına dayanır, ancak talep eden erişebilir" cümlesi anlaşılır. 

Yeni gelen arkadaşlara iuhf isimli kara delikte yönlerini bulmada muvafakiyyetler dilerim.

 

Kerim Kürkçü

DÜNYADAKİ KALINTI

 

Ne zaman ben babama güzel kızlar göstersem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

 

Araba kornaları horozlarla yarışıyor

Dürülü kıvılcımlar parsel parsel ceplerimde

Hayatta bir kaygı var ben onu bulamadım

Arayıp durmak bir sanatsa nedir bu cevapsızlık

Nedir bu sabahları içimde sızlayan karanlık

Buğulu gözlerimde yaşayan anılar ne innesi

Gölgelere sardığım sesler neden boğuk şimdi

 

Ne zaman ben babama güzel türküler dinletsem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

 

Hızlanmak kadar bir duygunun çarpması

Anıları yakınca o dumanda eski seyirler

İşte ben ben burdayım bakın iyi bakın

Bundan sürekli bahsedip duruyorum işte

Herkes eskileri değiştirirken işte

Ben bir köy yolunda bunları düşlüyorum

 

Ne zaman ben babama güzel dostlardan bahsetsem

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki kalıntı"

 

Eski bir eşin dostun kokusu elbet eser burnuna

Tıkalı hayalleri onlar açar bir gün belki

Aman efendim ben ne sayıklıyorum sizin yanınızda

Sizler büyük insanlarsınız hor görürsünüz şairleri

Kısmak kadar kızmak yanan bir anıyı daha beter

Daha beter horlamak şairlerin işi büsbütün

Şimdi hayallerden ev yapma zamanı siz kızsanız da

İşte bu yüzden diyorum ben siz yoksunuz hiç

İşte bu yüzden diyorum şarin bir hayaldir evi

Yıkılırsa oralarda elbet bulursunuz tozlu şiirleri

Dar bir sokakta oturan kız onu bunu içerkenki

Onu bunu içerkenki yazdıkları terli işçileri

Hıçkırarak yazdıkları gülerek yazdıkları

Siz bir yerlerde gülerken unutup hatıraları

Tamam dostlar tamam şairlerin görevidir

Şairlerin görevidir geleceği bırakıp geçmişi hatırlamak

Hani beraber içmiştik "kapaklarda" siz hatırlar mısınız

Şimdi kim kaldı ki bilmem o bu şu ama bilmem

Tamam dostlar tamam siz unutun siz unutun

Rakılara dökmek bazı saçları ve bazı anıları

İçmek sabaha kadar mezesi bol anılarla harcayarak

Hani köftesi yoğurdu patlıcanı hani peyniri

Hani yanında buz gibi şalgamı hani rus salatası

Tamam dostlar tamam siz unutun unutun siz

Şairlerin görevidir hatırlayıp durmak

 

Ne zaman ben babama güzel şiirler okusam

Babam bana diyor

"işte bunlar dünyadaki alıntı"

Umut Göksal

SERENAD-I MATEM

Acıyı santim santim her karesinde yaşamış bedenleri acıtmaz sözcükler. Daha sert bir şey gerek onlar için içlerini oyan çünkü onlar tuzu ilaç diye basarlar yaralarına… Gözyaşları alışılmış yağmurlardır, çorak yüzlerine hayat veren. Susmayı adet haline getiren sadece dilleri değil, kalpleridir. Bir düş dökülür yerlere, tuzla buz olur umutlar. Ellerinden kayıp giden alışılmış bir sıcaklığı gömmektir artık tek görev. Var olmadığı bir bedenle…

Oysa kaç şair anlatmıştır, kaç yazar, kaç filmde, kaç dizide geçmiştir insanın damağında kekremsi bir tat bırakan bu sözcük, ölüm... Her tonunda ayrı bir soğukluk her harfi ayrı bir hüzün. Necip Fazıl demiş ki mesela 'ÖLÜM GÜZEL ŞEY... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?' Nazım Hikmet keza ölümle pazarlık  yaparcasına demiş sevdiğinin acısıyla yaşamamak için 'BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM' iki büyük şair aynı kelimeye yüklemiş ayrı anlam, aynı sözcükte iki birbirine zıt kavramı düşlemişler biri kavuşmak biri ayrı düşmek... Hayatı da güzel yapan bu zıtlıklar değil midir zaten. Bir kelimenin aynı anlama gelebildiği bir toplumda öteki olmaktan korkarak yaşamaktansa aynı kavramlarda farklı düşlerle yaşamak ve sunmak insanlara ne engin bir derya, içinde yüzdükçe silkinip aklanacağımız.

Marifet ki iki anlamı da yükleyip bu vedalara farklı düşlerden ortak bir hüzün çıkartmak ve zamana dönük yüzlerde zamansız iç çekişlerle süslenmek  elvedaları.

Ben ölsem mesela yedi gökte titresin isterim sustuğum her cümle için bir melek ürpersin bir tüy düşsün isterim yeni doğmuş bir çocuğun kalbine. Ben ölseydim mesela sevip sevmediğim her yakınımın kulağına bir şeyler fısıldamak isterdim duyacakları bir yok oluş serüveninden arta kalan nelerse işte.Ben kalbi saf yalnızlığımı bırakıp göçtüğüm de uyusun isterim mahşer gününe kadar beni beklesin eski dostumla kucaklaşacağım o ana saklamak isterim iki üç kelime.son kez orada veda etmek teşekkür etmek ona çünkü o öyle bir dost ki sebepsiz vazgeçişlerle saklamadı hiç benden kendini.

Ama ben ölmedim, daha...

Ölümü tanıdık  gözlerde tattım sadece. O an yaşamın tüm boyalarını döktüğünü fark ettim ve ölüm o cansız bedenin namına acı sürdü birden ki her kim anarsa adını yansın diye dili.

Bir vedada andım adın, hala kavrulmuşluğuylayım. Öyle bir acı ve öyle bir yangın ki hiçbir öğüt su olmuyor, olsa bile çare olmuyor.

Bir kitabın ucu kıvrılmış ayıracında mesela hala, ona döktüğüm ilk gözyaşı. Hafızamı zorlamaya çalışıyorum belki bir anı takılır diye ruhuma  gözyaşlarımla yıkayabilirim onu, ölümün soğuttuğu bedenine hayat olacağını bilsem. Benden ona dair söylenecek tek söz şimdi:ÖYLE BÜYÜKTÜN Kİ GÖZÜMDE BAK BÜYÜDÜM AMA HALA ERİŞEMEDİM SENİN BÜYÜKLÜĞÜNE...

İşte bu da ölümün bende bıraktığı tadıydı, bir veda neler anlattırdı.

Her haykırış bir selam olsun sonsuzluğun bu ilk adımına ve bu da benden Ölüme ve kabre bir beste olsun, bir serenad, sözcüklerle, duygularla bezenen. Kapısındayken bir vedanın ellerime sakladım kaybolmuşluğuyla yarattığım…

 

Aynur Erden

 

AYKIRI AYRILIŞ: HAKİKATE DOĞRU!

Elimde sapan, yirmi birinci yüzyılın sahte, teknolojik, taklitçi kuşlarını vurmaya karar verdim. Gerçekleri nereye sakladıklarını biliyorum. Mankurtlaşmadan önce son çıkış! İnanmasaydım, o lütuf rahmetini görmeseydim, Nietzsche’ye komşu olabilirdim. Artık taşınıyorum bu diyardan... Ama taşları yanıma alamam, olması gereken yerleri heybem değil. Uçmak için var olanlar, durmamalılar!

Hikâyelerini kaybetmiş kelimeleri de buruşturup atmak gerek. Bir de yakınmalar var elbet. Güvensizlikler, insanlar, hayattan dem vurmalar ve tüm bunların en içli yerinde oturmak uzun uzun… Yorulmadan oturmak, göz kapakları ile hareket etmek, ellerin uyuşması, ayakların paslanması… Perdenin gerisini unutup önüne odaklanmak, kurşun gibi işleyen alkışlar, boş bakışları saklamaya yetmeyen gözlükler… Hepsinin canı nereye isterse oraya olsun! Benim yolum hakikate… Adalet-tevhid ve özgürlük…

Taşları serbest bırakmalı. Bir de yeni yaşanmışlıklar için ortalığı temizlemek gerek elbet. Rica ederim daha fazla gelmeyiniz üstüme. Anlamını yitirmiş, tefekkürden bir haber, hızlı tüketim cümleleriniz sizin olsun. Her türlü “insancıl” mirasınızı reddediyorum. Nezaket dolu iğneli fıçılarınızla boğmayın, bir damla bulduğum zemzeme göz dikmeyin. Çamurlu suyunuzu istemem yahut yapay göllerinizi, barajlarınızı… Denizlerden çalarak bulmadım ben onu, denizi doldurarak da dolmadım. Bir çiğ tanesi gibi düştü minik oyuğuma ve kandım suya. Basit, çıkarsız, aniden ama emekle…

Tüm tumturaklı tanımlamalarınızın, birinci sınıf kâğıda yazılmış allı pullu kitaplarınız haricinde buldum hakikati. Hakikat ki; tek ve sade... Aynı zamanda bir matruşka… Tek ve çok, ama yine de sade, anlaşılır ve güzel.

Sezai KARAKOÇ;”İnkâr tutsaklık, inanç özgürlüktür!” diyor. Prangaları atıyorum. Anahtarlar o derin –izm ve –ist’lerin arasında yine de parlıyor. Özgürlüğü buldum. Tek bir şey; yumruğumu sıkıp bağırmama gerek yok. Tüm bedenim ve ruhum tek yumruk olmuş, şahit olma yolunda, hissediyorum.

Hakikat mi dediniz? Hepimize geldi aslında. Nenelerimizden kalan o sararmış ve mis gibi kokan, lakin duvara çivileyip, ruhumuza mıhlamaktan kaçındığımız sadelik... Ben buradan gidiyorum. Kötüden iyi nasıl olur bilemiyorum. Bir çiçekle baharı getirebilirim belki ama biraz daha büyümem gerek. Hira’dan çıkışın sonrası üşüyen ve örtülmek isteyen peygamber gibiyim adeta. Tekrar çıkmalıyım Arayış’a… Bu sefer bulmak için değil, bulunanın hakkını verebilmenin acı ve isteğini hissetmeli tüm hücrelerim.”Normal”leşmeden, normalleştirilmeden baş kaldırmak, ayrılmak gerek. Ama döneceğim, biliyorum. Zira bir kere yürekten damıtılarak geçen hakikat, başka gönüllere su olmak için sabırsızlanacaktır. Mankurtlar mı dediniz? Onlar kırk yıl çölde dolaşmaya mahkûmlar. Ve işte hakikat;

“De ki: Benim tüm istek ve arzum, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun!” (En’am Suresi 162)

Allahu Ekber!

Dilara Durmaz

TUTUNAMAYANLARLA TANIŞMAK

“Yine aylardan kasım,

Sende kaldı öbür yarım…”

 ..şarkısıyla bir akşam üzeri rastgele dolaştığım caddede kitapçılar dikkatimi çekti. Dükkandaki kitapların hemen hemen hepsi tanıdık geliyordu. O kadar çok kitap içerisinde kalınlığı, kahverengi kapak üzerinde sarı renkte yazılmış harfleri, kapağında tam belli olmayan yarım bir insan yüzünün üstüne hayatın karanlık gölgeleri düşmüş, acıların bakışlarda gizlendiği “TUTUNAMAYANLAR” hemen fark ediliyordu.

Elime aldım ve korktum. Bu kadar kalınlıkta bir romanla ilk kez karşılaşmıştım. Kitabın isminden içerdiği konunun çok hüzünlü olduğunu düşündüm. Kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. Daha üçüncü sayfada  “Sevin için “ ve “Ural‘ın hatırasına”  yazısı kitabın bu kişilere ithafen yazıldığını düşündürdü. En son arka kapak kısmına baktım ve hiç beklemediğim bir yazı: TRT 1970 roman ödülünü kazanmış bu kocaman kahverengi kitap.

Okumayı sadece otobüslerde gelip giderken yaptığım için açıkçası pek bir şey anlaşılmıyordu. Kitabı görenler “ Bunu neden okuyorsun ?” diye sordular. Kitabı bitiremeyeceğimden, sıkılacağımdan o kadar emin konuştular ki ilk başlarda ben de onlar gibi düşünmedim desem yalan olur. Sayfalar ilerledikçe SELİM’İ TURGUT’U, GÜNSELİ’Yİ ve tabii ki romanın sonuna kadar varlığını hissettiren OLRİC’İ okudukça kitaptan zevk almak gitgide katmerleşiyordu. Bugüne kadar okuduğum kitaplardaki üsluplardan ayrıydı. İnsanın kendisine iç sesiyle cevap vermesi bu kadar doğal, bu kadar içten olamazdı. İşte bunu yapan Turgut Özben‘in başarısını görelim:

-“Sigara kullanıyor musunuz Burhan Bey? Beni küçümsemen için açık verdim.

-”Bey dedi bana pis küçük burjuva ,” diye sevin bakalım.

- Turgut kendine gel, adamın bir şey dediği yok. Eski huyların ortaya çıktı gene.

-Çıksın. Eski huylarımdan kaçmakta acele etmişim anlaşılan.

Diğer bir özelliği insanı insana anlatan biraz hicivli, biraz nostaljik dönemlerle de heyecanı aktarır. Bugüne kadar hayatta hep kazanan insanların içlerindeki o incecik ağaç dallarının nasıl kırıldığını gözler önüne seriyor. Hangimiz kendisini bu hayatta bir tutunamayan olarak görüyor? Ezilmiş, yalnız insanların yerine koyuyor? Onlar gibi düşünüp onlar gibi yaşıyor? Ama yok herkes ne kadar burjuvazileşirse, yanındakini görmezden gelirse, onların birer insan olarak yaşamaya haklarının olmadığını düşünürse işte bunlardır gerçek tutunamayanlar. Bu yolda ilk feryat eden Selim Işık’tı. Turgut ile aynı okulda olmaları, aynı görüşü desteklemeleri, zorluklara karşı beraber göğüs germeleri onu sonsuz gidişinden çeviremedi. Tıpkı bir yaprağın rüzgârda savruluşu, sel sularının bir ağaç parçasını sürüklemesi, yağmurun sert bir kayadan yavaş yavaş aldığı taş parçaları gibiydi. Ve Selim hayatın acımasızlığına dayanamadı. Hastalığı kendine yakıştıramadı. Bu hastalık yüzünden gerçekten sevdiği, onu bırakmayacağına inandığı, diğer kızlara hiç benzemeyen Günseli’sinden üzülerek ayrıldı. Gün geçtikçe zayıflıyordu. Tutunamayan iksirini içmişti bir kere geri dönüş yoktu. Kendi eliyle yaşam ve ölüm arasındaki çizgiyi siyah kalem ile iki şerit halinde çekti. Artık çok zamanı yoktu. Verdiği sözden dönmemek için yazdığı mektubu bile tekrar okumadı. Mektup Günseli’ye ulaştığında gözyaşları bazı yazıları silmişti bile.

Bu mektubu okurken Selim’in yanında olmamak, onun gibi hissetmemek imkânsızdı. İnsanın kendine bile söyleyemediği duygularının Selim’in mektubunda can bulması işimi kolaylaştırıyordu. Hayatın hangi penceresinden bakmalıydım? Hangi yoldan gitmeliydim? Dağların arasındaki dümdüz patikalardan mı yoksa kusursuz gibi görünen çetrefilli asfalt yollardan mı? Bilmiyorum. Keşke benim de bir Olric‘im olsaydı da “ Siz bilirsiniz efendim, siz haklısınız efendim “deseydi de kurtarsaydı beni. Olric, Turgut’un işini nasıl da kolaylaştırıyor değil mi? Belki Olric olmasaydı Turgut, Selim’in ölümünü bu kadar irdeleyebilir miydi? Kendisi yokken Selim’in neler çektiğini araştırmaya cesaret edebilir miydi? Herkesin bir Olric’i olmalı; evet aslında var. Ama kimse durup bu sesi dinlemiyor. Yanlış yapılan her harekette bastırılıyor sesi. Sussun diye ağzına kırmızı, beyaz, sarı renkli akide şekeri konularak fire vermiş bir kalbin iletisi olarak kaydediliyor. Bu iletileri doğru okuyan Turgut ‘tu; ancak kitaptaki KayalıMehmetHulkiBeylikapıcılıbakkalıarabalı ve buna benzer diğer sözcükleri de kim doğru okuyabilir? Uğraşmak lazım .”Bat dünya bat.”

Kitabın sonlarına doğru artık Turgut eski Turgut değildir. Kendinde olan değişimleri fark eder ve bunu düzeltmek için elinden gelen her şeyi yapsa da o da artık bir  ” tutunamayan  “ üyesidir. Görevini tamamladı ve gitti. Belki başka gezegenleri aydınlatmak için gökten bir yıldız daha kaydı.

İnce bir gül ağacının dalına konan, küçük bir serçe gibi hayata “sımsıkı tutunarak” her yağmur yağdığında su halkaları gibi çoğalmak dileğiyle…

Benzer renkler içinde bile olsa ton farklılıklarını yansıtmayı başaran OĞUZ ATAY’ a teşekkürler.

 

Yıldız Kaya

 

MÜNEVVEMLİKTENDİR YAHU!

Genç dostum, gel seninle biraz şehrin karmaşasından uzak göğe yakın falanca münzevi bir durakta söyleşelim. Niçin uzak koordinatlarda raks edeceğiz dersen, içsel dinginliğimizi de düşünmek istediğimizden olsa gerek. Her miyoplu genç gözlüklü taifesi gibi sen de  bilirsin makrofaj hücrelerini onlar dokularda bulunan patojenleri yutan elamanlardır, işte onlar ne derece gerekliyse ruhsal sıhhatimizde o derece gerekli. Evet bir deyim vardır ; “nature cheaper than therapy”. Anlaşılacağı üzere yine en makul terapi doğada da bizim için mevcuttur.

Laf kalabalıklarını ve doğa tasvirlerini birdenbire şömineye atacak olursak, şöyle bir sosyal ortalamalarımıza, yeşil çimenli fakültelerimize, kahkahaların uçuştuğu kafelere ve sokaklarımıza gözlerimizi çevirdiğimizde, bizim onuremiz olan münevverlikten eser kalmadığını, bilakis ağız dolusu bir lakırdıyla münevvemliğe; bir diğer ifadeyle uyutulmuş gafletli haller dünyasına yelkenler  fora dediğimizi duymamak çok da zor değil.

Peki,  helal süper devam, modernitenin gerekleri bunlar dersek ne elde edeceğiz ki bu aforizmalara; kendimiz kanacağız mı sanki? Olmadı bi’ buharı üstünde tüten bir ıhlamur alıp  masamıza çökelim, evet düşünelim, bir şeyler yapmak gerektiğini görebiliriz. İşbu noktadan kürsüdeki kerli ferli profesörlere kulak kabartacak olursak şu ‘’to do list’’ denilen zımbırtıyı hazırlamakta fayda var; zira kâğıda düşmeyen her şey, avuçlarımızdan yalpalayıp giden mavi balondan farksız.

Bak dostum önce fikir dünyamızı genişletelim, kütüphaneleri muhabbetli kesişmeler için değil, potansiyellerimizi tavana vurdurup samimi güzel işleri düşünebileceğimiz, sade kahvemizin sponsorluğun da kitapları silip süpürebileceğimiz, eski dönemdeki hararetli kitap tahlillerin yapıldığı şiirlerin okunduğu kıraathanelere çevirebiliriz. Hem bu konuda  Sait Faik’in  “kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım’’ öğüdüyle yolumuza devam edebiliriz.

Damakta bazik tatlar veren bir ifadeyle, pek kitap okumam edasıyla gezmekteysek de üzülmeye lüzum yok. Bu çetrefilli zihin tutulmasından okuyanlardan yahut yazanlardan olmadan sağlıklı bir dinlemeyle bir nebze telafi edeceğimize inanıyorum.

Fevkalade dinleme yeteneğinle etrafımızda bin bir çeşit söyleşilere, kitap tahlil gruplarına, sohbet halkalarına tebessümlü bir dinleyici olarak katılmak da pekâlâ mümkün. Eh bu raddeden sonra münevvemliği kül tablasına bırakıp, münevver kavramından bir miktar soluklanabiliriz.

Verilen emek zayi olmaz dostum, artık tarih yazma sırası sana geldi. Modern zamanın kavline göre kaybedenler aslında kazananlardır.

Said Oflaz

 

Online dergiler Online dergiler